30 Aralık 2012 Pazar

İYİ DÜŞÜN DOĞRU KARAR VER

Şu aralar elimde yan tarafta resmini gördüğünüz güzelim kitabım var:) Yazarın Doğan CÜCELOĞLU olması, kitaba ister istemez olumlu bir önyargıyla başlamama neden oldu. Ama bu önyargım hiç de yersiz değilmiş, okudukça anlıyorum:)

Bu kitapla beraber bambaşka bakış açıları kazandım, olaylara baktığım pencere ciddi anlamda değişti emin olun.

Kitabın basım tarihi oldukça eski olsa da; Doğan Cüceloğlu'nun şu sıralar tartışıyor olduğumuz konulara o zamanlardan getirdiği önsezili yorumlar da beni çok etkiledi.

Örneğin; paradigma yapısı ve Türk Milleti'ndeki yansımaları... Öyle net şekilde örnekleyerek anlatılmış ki...

Eğer bir parça bahsetmek gerekirse...Paradigma yapısını şu şekilde anlatıyor Doğan Cüceloğlu:

"Bir evin önünde bir kedi olduğunu düşünün. Evin sağına ve soluna ellişer metre ilerisine birer sözcü bırakalım. Eve sağ taraftan yaklaşan çocuklara (bu gruba A grubu diyelim) sözcü, '50 metre ilerideki evin önünde bir kedi yavrusu var. Zavallı, sahipsiz. Kendini sevecek, okşayacak birini arıyor.' mesajı versin.

Eve sol taraftan yaklaşanlara ise (bu gruba B grubu diyelim) '50 metre ilerideki evin önünde küçük bir kedi var. Bu kedi kuduz hastalığına yakalanmış. Dikkat edin.' mesajı versin.

Bu şekilde A grubundaki çocuklara sevgi paradigması gözlüğü takılırken, B grubundaki çocuklara korku paradigması gözlüğü takılmıştır. Bu nedenle iki grup da, kendi paradigmasına (algı haritasına) göre kediye karşı davranış biçimi geliştirecektir."

İşte böyle... Tahmnin edersiniz, koca bir kitabı küçük çaplı bir yazıya sığdırmak çok zor oluyor. Size tavisyem bu kitabı kesinlikle okumanız:) Pişman olmazsınız:)



29 Aralık 2012 Cumartesi

BU SENE DE BİTTİ, SIRADAKİ?

Aslına bakarsanız sevmem yılın son yazılarını. Kağıdı alıp da eline; dur bakayım bu sene neler yapmışım, seneye de neler neler istiyormuşum, aaa yazmazsam olmaz illa ki kağıda dökeceğim diyeni (İtiraf ediyorum benim de küçükken bir defaya mahsus yeni yıl listesi çıkardığım olmuştur, ama geçti merak etmeyin).

İnsanların planlarının, hedeflerinin olmasına hiçbir lafım yok. Ama zaman zaman kişiyi  ölesiye yormaktan; hedefe odaklanmış, büyümüş gözbebekleriyle bir zombiye dönüştürmekten başka bir işe de yaramadığını düşünüyorum. Zaman zaman diyorum, dikkatinizi çekerim... Bu cümlenin satır aralarını okursanız (ki ben sizin için hemen okuyayım); "Zahmet olacak ama, kantarın topuzunu kaçırmayın!" diyorum:)




Elbette ki capcanlı, yüzünüze hayat enerjisi fışkırtan hedefleriniz olsun önünüzde:) "2013'te şunu hedefliyorum. Olsa ne güzel olur; olmazsa da başka güzellikler gelsin beni bulsun" deyin:) Şu yürekliliği gösterin ya:) Bırakın hayat istediği gibi gelsin size...

Kravatını başına bağlamış, ceketini kemerine sıkıştırmış bir insan figürü değil size dikte ettiğim:) En azından bu sene cebinizde taşıdığınız minyatür terazinizi bir kenara atın da göz kararıyla halledin bir şeyleri;)

Daha fazla sevdiklerinizle birlikte zaman geçirin, daha az yalnızlık hissi duyun. Daha çok gülün, daha az kasın kendinizi. Daha fazla gezin, daha az somurtup oturun evinizde.

Samimi olun... Yapmacık samimiyetlerle ne kendinizi yorun, ne de bana ve çevrenizdekilere işkence edin:)

Eğer söylediklerim anlaşıldıysa ben çekiliyorum...

Size hakettiğiniz gibi güzel bir yıl diliyorum:)

24 Aralık 2012 Pazartesi

EMMA PEEL!:)




Emma Peel: Bu gümüş kase anneannemden kalma. Bu alışkanlık da... Her yılın son günü çiçek ekerdi bu kasenin içine. Yıl boyunca o çiçekleri canlı tutmaya çalışır, bir gün bile eksik etmezdi ilgisini.
Karşıdaki Adam: Romantik ama boşa bir çaba... Yılın sonunu göremeden solacaktır o çiçekler.
Emma Peel: Haklısınız. Solacaklar. Belki yarın akşamı bile göremeyecekler. Tam da bu nedenle devam ettiriyorum anneannemin alışkanlığını. Kimi zaman başarısızlığın da mutlu edebileceğini unutmamak için...

22 Aralık 2012 Cumartesi

ARŞİV Mİ DEDİNİZ?=)

Tarihi, eskileri sever misiniz siz de benim gibi?:) Siyah beyaz bir film gördüğünüzde gözleriniz faltaşı gibi açılır, sayfalarının rengi sarıya yüz tutmuş bir kitap gördüğünüzde merak duygusu alır başını gider mi sizde de?

Eğer öyleyse tam bize göre bir site buldum:):) Buyrun şu şekilde aktarayım sizi oraya: http://archive.org/...

Sizi bilmem ama burası bana göre cennet:) Siyah beyaz filmler, fotoğraflar, eski eski kitaplar, videolar, müzikler... Yok yok bir arşiv deposu:) Türkiye'nin 1973 yılına ait bir belgeselini bile buldum, düşünün:)

Eski çizgi filmleri de unutmamışlar:) Bakııınnn en sevdiğim çizgi filmlerden biri olan Betty Boop bile çıktı karşıma:) Çocuklar gibi şenim:)
Betty Boop Poor Cindrella:)

Hadi ben tozlu görüntülerin, yıllar öncesinden kalma seslerin içinde kaybolmaya gidiyorum:)

Görüşmek üzere...


15 Aralık 2012 Cumartesi

SİZCE NEDEN?

Uzun zaman oldu yazmayalı...

Küçükken de böyle olurdu. Hayatımda büyük çapta bir değişiklik olunca yazmaya ara verirdim:) Yeni düzenime alışıp öyle alırdım elime kalemi...

Yeni düzen demişken... 'Hayat işte' deyip duruyorum ya... Hani pelesenk oluvermiş bu söz dilimde... Yine haşarı çocuk edasıyla bana yapacağını yaptı işte. Kendimi hayal edip de içinde bulamayacağım yerlere getirdi:) Aslına bakarsanız seviyorum bu sürprizli hallerini:) Yaramazlık yapıp kapı arkasına saklanmış, saçları iki yandan toplu, kıkır kıkır gülen bıcır bir kız çocuğu gibi 'Planların boşuna, ben senin için bunları seçtim' diyor sanki:):) E ben de eyvallah diyorum, mutlu mesut yaşıyorum işte:)

Bakmayın, böyle havadan sudan bir girizgah yaptım ama aslında benim sizinle paylaşacağım konu gayet ciddi.

İşimde gücümdeyim diye araştırmacı kişiliğimin ruhuna Fatiha okumadım ya canım:)

Boş vakitlerimde bol öğrenmeye ve bol okumaya çalıştım. Bir projeyle karşılaştım ki sormayın... Çok beğendim. Size belki de basit gelecek, bilemem.  Ben yine de görevimi yapıp sizi bu konuda biraz aydınlatmaya çalışayım...

Proje, kar amacı gütmeyen bir kuruluş olan Steps International tarafından hayata geçirilmiş. Hedef ise; 'Why poverty (Neden yoksulluk)?' konu başlığı altındaki kısa filmlerle milyonlarca insanın yoksulluk konusundaki bilincini arttırmak, onlara neler yapabilecekleri konusunda ipuçları vermek. 



İzledim, düşündüm... Ben şu ana kadar bu konu için ne yaptım diye sordum kendi kendime. Size de sorayım; parasal anlamda yardıma muhtaç bir insanı görüp sadece inandığınız güce kendi haliniz için teşekkür edip geçtiniz mi? Siz de neredeyse herkes gibi kanıksadınız mı bu durumu? Afrikalı bir çocuğu bir deri bir kemik görmek gün geçtikçe daha mı az şaşırtıyor, daha mı az harekete geçiriyor sizi? Soruyorum... Hem kendime, hem size... İnsanlığımızdan utanmak istemediğim için korka korka soruyorum...

Ve diliyorum ki; zamanın kapı aralığı olan bu ayda 2013 yılı için elimizi taşın altına koyarız. Bir kişiyi bile dünyada adaletin olduğuna inandırabilirsek ne mutlu... Haksız mıyım?

11 Kasım 2012 Pazar

NEDEN ADI KUŞKONMAZ CAMİİ? =)


Üsküdar'da bulunan Kuşkonmaz Camii (Şemsi Paşa Camii) 'nin bir hikayesi varmış... Ben öğrendim, çok hoşuma gitti:) Sizinle de paylaşmak istedim:)

1500 lü yıllarda yaşamış olan Şemsi Paşa çok titiz bir insanmış ve dönemin sadrazamı Sokullu Mehmet Paşa ile rekâbet halindeymiş. Zaman zaman bir araya geldiklerinde hacivat ile karagöz misali birbirleri ile çekişirlermiş. Laf esnasında söz dönmüş dolaşmış Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa’nın Sultanahmet'in yanıbaşında yaptırmış olduğu Mimar Sinan’ın en zarif eseri kabul gören Sokullu Mehmet Paşa Camii'ye gelmiş. Şemsi Paşa, dayanamayarak Sokullu’ya demiş ki:

-Efendim bir cami yaptırmışsınız. Çok hoş. Ama güvercinler caminizi pisletmişler!

Sokullu Mehmet Paşa da:

-Efendim, Allah’ın yarattığı mahlukattır. Normaldir, engel olamazsın. Olur böyle şeyler! demiş.

Sohbet burada kapanmış...

Ancak gün gelmiş, Şemsi Paşa da kendi hatırasını yaşatacak bir camii yaptırmak istemiş. Hatırına ise Sokullu Mehmet Paşa'ya yarı alaycı şekilde yaptığı eleştiri gelmiş. İçinden "Düşünmeden ağzımızdan çıkan bir laf bizi ne hale düşürdü." diye geçirmiş...

Bunun üzerine dönemin yıldızı parlayan mimarı Mimar Sinan'a gidip şöyle demiş:

-Bana öyle bir camii yap ki, üzerinde kuşlar uçmasın....

Mimar Sinan bu istek üzerine ilmi ve mimari dehasını kullanarak kısa bir araştırmadan sonra Üsküdar'da hem kuzeyden hem de güneyden esen rüzgarların kesiştiği bir nokta bulmuş. Kuşların bu rüzgarlardan ve kıyıya sürekli çarpan sert dalgalardan hoşlanmayacağını düşünen Mimar Sinan caminin yapımına başlamış.

Böylelikle ismiyle müsemma Kuşkonmaz Camii 1580 yılında meydana gelmiş:) 




İşin ilginç yanı ne biliyor musunuz?

Martıların favori yiyecekleri olan simidin mucidinin, Kuşkonmaz Camii'yi yaptıran Şemsi Paşa'yla aynı kişi olması...:)


Hayat gülümseten detaylarla dolu...:)

30 Ekim 2012 Salı

TÜKETİLİYORUZ

Sözüm ona modern toplumun (!) bizi içten içe tükettiğinin farkında mısınız? O nasıl bizi tüketiyorsa bize de tüketmeyi, tükettikçe daha çok istemeyi, hırslı olmayı güzel bir karakter özelliği olarak sunuyor. Her zaman yüksek standartlarda yaşamayı alternatifi mümkün olmayan bir şekilde, gereklilikmişcesine bize dikte ediyor.

Bakın 60'lı yıllarda Amerika'nın Pennsylvania eyaletinde bir kasabada kalp, mide ve bağırsak hastalıkları Amerika genelinden daha düşük çıkıyor. Bunun üzerine en ince ayrıntısına kadar karşılaştırmalar, araştırmalar yapılıyor. Görülüyor ki; burada yaşayan  İtalya'dan göç etmiş Katolik halk Amerika'nın hızlı, tüketici hayatından uzak nefes alıyor. 20 sene sonra aynı kasabada tekrar araştırma yapılıyor. Yılların etkisiyle hızlı yaşantı ve lüks yaşam burada da etkisini göstermiş bulunuyor tabii. Ve bilin bakalım hastalıkların oranı ne hale geliyor?... Cevap veriyorum; Amerika'nın genel hastalık oranıyla eşitleniyor.



İşte böyle... Tabiri caizse; ava giderken avlanıyoruz. Tüketim toplumu bizi yavaş yavaş tüketiyor. Hırslandıkça güçlenmiyoruz, içten içe zayıf düşüyoruz.

Gelin bir de Prof. Dr. Nevzat TARHAN "Mesnevi Terapi" adlı kitabında hırs konusunda neler söylüyor bakalım.

"... Bir de doğanın hız ve ritmi var. Mesela dağa çıkacaksan belli bir hızla tırmanman lazımdır. Merdivenlerden çıkacaksan belli bir hızla ilerlemen gerekir. Yoksa ya düşersin ya da nefesin kesilir. Bazı kişiler birşeye odaklanıp onu çok isteyerek bütün enerjilerini tüketiyor ve kaybediyorlar. Çünkü bu doğanın hız ve ritmine uymuyor. Aslında hırs doğanın hız ve ritmine uymadığından, kişinin zaman, kriz yönetimine uyması gerektiğini vurguluyor. Başkalarının paranoya yapmasına sebep olmanın dışında kendi enerjisini de plansız bir şekilde harcamasına sebep oluyor."
 Bir de Mevlana'ya kulak verin:

"Ey oğul! Hırslı olanlar mahrum kalırlar. Hırslı insanlar gibi hızlı hızlı koşma; yavaş yürü!"

Yavaş yürüyün;) Siz de yeni bir hayat kurun kendinize. Örnekteki İtalyan Katolikler gibi hırstan, modernizmin yıpratıcı getirilerinden, bedensel ve ruhsal hastalıklardan uzak olsun. Tüm mutluluklar sizi bulsun;)

Saygılar:)


27 Ekim 2012 Cumartesi

TİTANİK BATSA DA; BATMAZ RUBAİYAT BİLİNCİ...

Canların canı dost, gel etme, dinle beni.
Küsme feleğe değmez, yeme kendini;
Çekil, otur gürültüsüz bir köşeye,
Seyret bu hengamede olan biteni.
Ömer Hayyam...

Hakkında okumaktan, izlemekten, araştırmaktan keyif aldığım şüphesiz büyük insan.

Elimde bir zaman makinesi olsa gitmek istediğim binlerce(!) zaman diliminden biridir Ömer Hayyam'ın yaşadığı tarih. Öğrenmek isterdim Hasan Sabbah'ı, Nizamülmülk'ü, Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah'ı ve Ömer Hayyam'la aralarındaki gerçek ilişkiyi. Titanik'le beraber sulara gömülen Rubaiyat'ı nasıl yazdığını... Edindiğim bilgilerin ne kadarının deli saçması, ne kadarının gerçek olduğunu bilmek isterdim... 

İnsan çeker çeker de sonra hür olur;
İnci sedef zindanlarda yuğrulur.
Paran pulun yoksa bugün, sağlık olsun:
Bugün boş duran kadeh yarın doludur.
Şimdilik tek emin olduğum şey, yukarıda da görüldüğü gibi Ömer Hayyam'ın tadından yenmeyecek rubaileri...

Bunun dışında mantık, felsefe, matematik ve astronomi gibi konularda bir dahi olan Ömer Hayyam hakkında bildiklerim kitaplarla, filmlerle, kendi araştırmalarımla sınırlanmış durumda... Aralarından seçtiklerimi sizinle paylaşmak isterim.






Mesela bu film... Ömer Hayyam'ın yaşantısını kimi zaman sanatsal bir bakış açısıyla gerçekten uzaklaşarak yansıtmış olsa da Ömer Hayyam sevenlerin izlemesini tavsiye edebilirim. Filmin daha farklı olmasını isterdim ne yalan söyleyeyim; ama ABD yapımı olduğu için 'Buna da şükür' deyip geçtim:)













Ömer Hayyam'la ilgili kitap deyince de Semerkant'ı tek geçerim! Amin Maalouf'a her halukârda kefil olurum zaten. Bir de konu Ömer Hayyam olunca kitabı bir nefeste okuyacağınıza inanıyorum.


Ve yazımı şu sözlerle noktalıyorum. "Bir gün hayatın bitecek ve geriye hayatını en dolu yaşadığın anlar kalacak. Eğer şanslıysan; işte bu anlar, dokunduğun insanların hayatında iz bırakır."

Saygılar:)
















23 Ekim 2012 Salı

NANKÖRDÜ.

... Zaten bu onun alışkanlığıydı. Bütün (sözde!) sevdiği o insanları tek bir kalemde silebilirdi. Sevmediğinden değil. Sadece fazla umursamazdı. Gözü kapalı yaşardı. Kimleri feda etmedi ki bu yüzden. Zaten farkında bile değildi. Bütün anıları yıkardı. Üstüne bir de ben neden yalnızım derdi. Nedeni belli; kördü. Ne var ne yok yıkardı. Nankördü. Hiç birşey yokmuş gibi davranırdı. İki yüzlüydü; kendine söylerdi bütün yalanlarını. Kendini inandırırdı ...
Bir arkadaşım sayesinde okuma fırsatı bulduğum bu satırlar içimi burktu, yalan değil. Düşündüm. İsmine arkadaş(!) dediğim ve üstteki paragrafta kişiliklerinin kısaca özetlendiği ne çok insan varmış etrafımda, üzüldüm.

Ardından kaldırdım başımı dimdik. Bunların hepsi hazım meselesi dedim. "İnsan" olmak zor dedim.

Çok zor...



21 Ekim 2012 Pazar

SOPHIE'NİN SEÇİMİ

Yapım: 1982-ABD, İngiltere


























Tür:      Dram-Romantik



Yönetmen:  Alan J. Pakula






Oyuncular:  Meryl Streep, Kevin Kline, Peter MacNicol, Robin Bartlett, Greta Turken, Marcell Rosenblatt, Moishe Rosenfeld, Stephen D. Newman, Eugene Lipinski, Josh Mostel, Rita Karin
 
 
 





19 Ekim 2012 Cuma

AVRUPA KITASI NEDEN KUZEYDE?

Hiç düşündünüz mü dünya haritasında Avrupa Kıtası neden kuzeyde, yukarıdadır? Ben bugüne kadar düşünmemiştim:) Sonuçta uzaydan bakıldığında dünyanın aşağısı-yukarısı yoktur değil mi? Coğrafya bilimi ve matematiğini  geliştiren Avrupalı bilim adamlarının bu işte parmağı olabilir mi?:) İhtimaldir ki; yeryüzünde bir yerküre yaptığında, kendi kıtalarını yukarıya koymak onlara iyi gelmiştir.







Üstün Dökmen Hoca öyle söylüyor:) Eğer coğrafyayı Aborijinler geliştirmiş olsaydı Avustralya bugün haritaların yukarısında bulunurdu diyor ve insanların ben-merkezciliğine en güzel örneklerden biri de budur diye ekliyor;)

Enteresan!:)



14 Ekim 2012 Pazar

İYİ GÜNDE KÖTÜ GÜNDE

Mutluluk, hüzün, başarı, dibe vurma, ağlama, ağlarken gülme krizlerine girme (bazen tam tersi de oldu)... Hepsini yaşadık hakkıyla... İyi ki dediklerim, hep sevdiklerimsiniz benim:)

Keşke hep mutluluklar bir araya getirse bizi, her günümüz böyle geçse... Keşke bugünkü gibi onlarca, yüzlerce davullu zurnalı günümüz olsa:D

Sevda'mızın yeni işi hayırlar getirsin ona; mutluluklar, başarılar gırla gitsin:):)




Bize hep mutluluk yakışır; ben bunu bilir, bunu söylerim:) Bugün farkettim; müzikle ahenkli bir şekilde omuzları ileri geri sallamak da fena durmuyor bizde:):)

Sözün özü; acı da olsa, tatlı da olsa nice günlerimiz olsun...  Sırt sırta verdiğimizde hayat daha kolay çünkü;)


8 Ekim 2012 Pazartesi

Micmacs à tire-larigot


Micmacs a Tire-Larigot
Yön.: Jean-Pierre Jeunet
Oyn.: Dany Boon, André Dussollier, Nicolas Marié, Dominique Pinon
Yapım: Fransa, 2009


"Bazil'in silahlardan yana hiç şansı olmadı. İlk silah patladığında yetim kaldı, ikincisinde ise kendisi ölümle burun buruna gelecekti. Bazil yetim bir evsizdir. Neyse ki yalnız değildir. Birbirinden farklı ve uyumsuz arkadaşları onu yalnız bırakmamaktadır: Remington, Calculator, Buster, Slammer, Elastic Girl, Tiny Pete ve Mama Chow. Kendi hayal dünyasında yaşayan Bazil, günlerden bir gün silah tüccarları ile karşılaşır. Bambaşka bir hayat sürebilecekken, daha hayatının başında yalnız kalmasına sebep olan silah tüccarlarından intikam almasının vakti gelmiştir. "


Hayatımda izlediğim en güzel filmlerden biri diyebilirim. Özellikle sonuna bayıldım!:)

7 Ekim 2012 Pazar

HÜZÜN HASTALIĞI

"Hüznün tıbbın hükümranlık alanına sokulması, özellikle depresan ilaçlar geliştirildikten sonra yaygın olarak karşılaştığımız bir durum. Psikiyatri bilimi adeta hayattan tüm ızdırabı, hüznü, kederi kovmak istermişcesine duygu dünyamızı ince dilimlere ayırarak onları hastalık hanesine yazıyor. Bir bakıyorsunuz, klinik depresyon düzeyine erişmeyen mutsuzluk duyguları minör(küçük) depresyon vb. isimlerle etiketlendirilmiş.

Oysa hüzün insanın hayatının olmazsa olmaz bir parçası. Kadim dini geleneklerde hüzne olumlu bir anlam atfedilmesi, onun insanı zenginleştiren bir tecrübe olarak sayılması, modern zamanlarla birlikte terk ediliyor. Modern zamanlar hayatımızdan hüznü, acıyı ve ağrıyı uzaklaştırmak istiyor. Tabii ölümü de." diyor ve devam ediyor Kemal SAYAR...

"Dergilerde ve gazetelerde Prozac-mania olarak sunulan bir toplumsal çılgınlığı okuduk. Amerikan toplumu hep bir mutluluk hapının peşinde: Valium bir zamanların en çok tüketilen ilacıydı, bugünün mucize ilacı Prozac. Newsweek'te yas tepkisi nedeniyle kendisine Prozac verilen kişi aynen şöyle diyor: 'Tamam kendimi biraz daha iyi hissediyorum ama içimde koca bir boşluk, bir şeyin çözülmediği, tam hallolmadığı hissi kaldı.' Bu örnekte de görüldüğü gibi, artık insanın en doğal, en kendine özgü süreçlerine müdahale ediliyor. Bir kayıba verdiğimiz en doğal tepki olan yas bile istenmiyor artık. Çünkü 'verem olmak üretimi düşürür.' Çünkü ilaçlara yeni kullanım alanları açılmalıdır....

... Kişi kendi çevresi içinde yaşamın anlamı/değeri gibi konular etrafında yaşantısını yeniden kurabilir, farklı bir açıklama sistemi bulabilirdi. Bunun yerine bir antidepresan önerilir kişiye. Hani eskilerin bir sözü vardı: Ya tahammül, ya sefer. Artık ne tahammül, ne sefer. Sadece Prozac!"



İşte böyle bir kitap "Hüzün Hastalığı"... Henüz kitabın yarısına geldim ama sürekli "Aaa gerçekten de öyle." "Aaa ne kadar da doğru birşey söylemiş ya." diye diye çevirdim sayfaları. Tek kelimeyle değerli, iki kelimeyle çok değerli bir kitap daha:)

Mutluluğum, sevincim kadar hüznüm de benim. Bana göre yaşamak demek, acı tatlı her türlü duygumla hemhâl olmak demek...

Hem bırakın antidepresanları, reçeteleri falan... Size bir sır vereyim mi... Kaybedilen duygu: Tahammül.

3 Ekim 2012 Çarşamba

NEYMİŞ EFENDİM, DELİLER SALTANATIYMIŞ!

Bilmem ki bu yazıma nasıl başlasam?

Osmanlı sevgimden dem vursam öncelikle? Hatta şunun adına sadece "sevgi" demesem de hayranlığı, aşkı, müteşekkirliği de eklesem?

Ve ardından, Osmanlıyı kendine rakip gören bir anlayışın ürünü olarak Sultan Abdülhamid’e “Kızıl Sultan”, Vahdettin’e  “Hain Sultan” , Sultan İbrahim’e de “ Deli” damgası vurulmasını kaldıramadığımı; böyle yakıştırmalar üzerine 'kanın beyne sıçraması' deyimi nasıl gerçekleşiyor an be an yaşadığımı söylesem?

İçi zırvalıklarla dolu, hakikatlerden fersah fersah uzak, benim atalarıma utanmadan dil uzatan kitapları, filmleri yakmak istesem? Çok mu?...


Alın size bir zırvalık daha... Kimse alınmasın gücenmesin ama elime geçen bu kitap beni çıldırmaya yetti!

Sultan İbrahim hakkında yazılan çizilenler inanılır gibi değil. 

Aslında yazdıkça yazasım geliyor ama yazdıkça siliyorum şu anda... Gözünüzü açın ve birilerinin şuursuzca, şanlı tarihinizi kirletmelerine izin vermeyin diyorum sadece... Ve ekliyorum...

Sultan İbrahim, 4 Kasım 1615’te Sultan 1. Ahmed ve Kösem Mahpeyker Sultan’ın oğlu olarak dünyaya gelir. 25 yaşında 1640 yılında ağabeyi IV. Murad’ın vefatından sonra hanedanın tek erkek varisi olduğu için tahta oturur. Diğer Osmanlı şehzadeleri gibi iyi bir eğitim alamamıştır. Çünkü hayatının büyük bir bölümünü kendi dairesinde hapis hayatı sürerek geçirmiştir. Dört ağabeyi gözünün önünde idam edilir. 2. Osman ve 4. Murad zamanlarındaki acı olaylar onu derinden sarsar. Boğdurulan şehzadelerin çığlıklarıyla büyür. Bu yüzden sık sık sinir krizleri geçirir.
Sultan İbrahim; saray içi entrikalar, kardeş ve evlat ölümleri ile annesi Kösem Sultan’ın harisliği vücudunda bazı arızalara ve şiddetli bir migrene yol açar. Padişah olmayı aklından bile geçirmemişken kendisini Padişah koltuğunda bulur ve “Elhamdülillah, Ey Rabbim! Benim gibi zayıf bir kulunu bu makama layık gördün. Saltanat günlerimde milletimi hoş hal eyle ve birbirimizden hoşud eyle” diye dua eder.
Sultan İbrahim; saray içi entrikalardan, kardeş ve evlat ölümlerinden ve annesi Kösem Sultan’ın harisliğinden dolayı padişah olmak istememesine rağmen;
İlk olarak ağabeyi IV. Muradın çevresinde olan tüm dalkavukları saraydan uzaklaştırır.
Akdeniz tekrar Türk Donanması’nın hâkimiyetine geçer.
Azak kalesi, Ruslardan geri alınır.
1645 yılında Girit kuşatılır, Hanya kalesi fethedilir.
Osmanlı Donanması çektirilerden (Yelkenleri olmakla birlikte kürekle de yol alan eski zaman gemisi.) kalyonlara geçirilerek güçlendirilir.
Almanya sınırına kadar tüm orta Avrupa, Türk hâkimiyetine boyun eğer.
İsrafın önlenmesi için fermanlar çıkartılır.
Saltanatının ilk yıllarında devlet idaresini epeyce rayına koyar. Hazinenin gelir-gider dengesini muhafazaya çalışır; paranın değer ayarlamasını düzene sokar, devlete ciddiyet getirmeye çalışır ve ticareti geliştirir.
Valide Sultan kısmen devre dışı bırakılmış ve saraydan kovulmuş ise de, devlet işlerine kadınların müdahalesini önleyememiştir. Kendisinden başka Osmanlı hanedanına mensup erkek çocuk olmadığından Osmanlı soyunu devam ettirmek amacıyla annesinin de gayretleriyle kadınların avucuna itilir.
Balıklara inci ve mercan atmasıyla ilgili üç rivayet anlatılır.
 Birincisi Yeniçeri isyanlarını güç kullanmadan bastırabilmek için deliliğe vurdurup bilinçli olarak havuza saf altın Osmanlı paralarını atıyor ve yeniçeri ağası daha sonra gizlice bunları toplayıp, ocaktaki yeniçerilere dağıtıyordu.
İkinci rivayet ise Sultan Mustafa arkasındaki hizmetkârlara, halayıklara, cariyelere “sadaka” veriyordu. Kendisi dairesine çekilince, havuza attığı altınlarla kıymetli taşların, arkası sıra gelen dar gelirli hizmetkârlar tarafından toplanıp bölüşüleceğini çok iyi biliyordu.
Üçüncü rivayet ise, kargaşa içinde bulunan devleti yönetebilmek için deli numarası yaptığıdır.
IV. Murad’ın esir alıp bağışladığı Emir Mirgünoğlu’yu bölücü ve yıkıcı çalışmalar yapması üzerine idam ettirir. Ancak bu olaydan dolayı Sultan İbrahim düşman kazanır ve hakkında “Padişah delinin biri”, dedikodu ve iftiraları yayılmaya başlar.
Kösem Sultanın da teşvik ettiği söylenen ihtilal sonrası tahttan indirilerek boğdurulur, yerine yedi yaşındaki oğlu Avcı Mehmet getirilir.
Çoğu tarihçi Sultan İbrahim’i, “Osmanoğulları’nın en akıllısı” ilân ediyor. Deli olmadığı halde ölümü haklı gösterilmek için deli damgası vurulduğunu yazıyor.

İşte böyle sevgili okurlar... Herkes ağzından çıkan söze, kalemindeki mürekkebe dikkat etmeli kanımca... Benim değerlerime çirkince dil uzatanları ben de ifşa etmeden duramadım.

Kusurum varsa affola... 


28 Eylül 2012 Cuma

DUBLÖRÜN DİLEMMASI

İniyor muyuz, çıkıyor muyuz bilmiyorum. Hacer Ceren, asansörün aynasında kirpiklerini inceliyor. Boşluğa bakarak mırlıyorum: "Hayatının geri kalanını birisiyle geçirmek istediğini anladığın zaman, hayatının geri kalanının bir an önce başlamasını dilersin."
"Biliyor musun Hobbit?" [Bana 'Hobbit' der.]
"Neyi?"
"Yanılgılarımızın çoğu, düşüneceğimiz yerde duygulanmak, duygulanacağımız yerde düşünmekten doğar." Ve yanağımı öpüyor.
"Bir gözlük almalısın Geronimo." [Geronimo: Hacer Ceren'in lakabı.]
"Neden?"
"Her defasında dudaklarımı ıskalıyorsun."....

Tanıştırayım... Okurken "Neden daha önce elime geçmedi bu?" diye nedamet krizleri geçirdiğim, kâh kahkahayla, kâh büyük heyecanla bir solukta okuduğum kitabım:) Bu nasıl kıvrak bir zekâ, nasıl bir üslup dedim, Murat Menteş'e övgüler yağdırdım içten içe:)

Alper Canıgüz'ün de söylediği gibi size bu kitap hakkında şöyle sesleneceğim:

"Ben sevdim, eller alsın."

26 Eylül 2012 Çarşamba

TAHAMMÜL MÜ?:/

Sevgili bugünlük!:)
Nasılsın, iyisindir umarım? Beni soracak olursan ben iyiyim... Ama hayat beni yormuyor değil...
İlkokuldan beri cilt cilt günlük tutan Betül'den inciler...:) Arada elime geçiyor da saatlerce oku oku bitiremiyorum, dün gece olduğu gibi:)

Tek kelimeyle komik... Ne yalan söyleyeyim; o zamanlar üzüldüğüm şeylere bile şimdi gülüyorum:) Hayat işte...:)

Gelgelelim bugün sizinle paylaşmak istediğim şey bambaşka:)

Çin'de yetiştirilen bambu ağaçları hakkında bilginiz var mıydı? Benim bir fikrim yoktu açıkçası. Ta ki bugün arkadaşımın profilinde şu yazıyı görene kadar...  


Çin Bambu ağacının yetişmesi, olumlu ısrar için güzel bir örnektir.
Çinliler bu ağacı şöyle yetiştirir:
Önce ağacın tohumu ekilir, sulanır ve gübrelenir.
Birinci yıl tohumda herhangi bir değişiklik olmaz.
Tohum yeniden sulanıp gübrelenir. Bambu ağacı ikinci yılda da toprağın dışına filiz vermez.
Üçüncü ve dördüncü yıllarda her yıl yapılan işlem tekrar edilerek bambu tohumu sulanır ve gübrelenir.
Fakat inatçı tohum bu yılda da filiz vermez.
Çinliler büyük bir sabırla beşinci yılda da bambuya su ve gübre vermeye devam ederler.
Ve nihayet beşinci yılın sonlarına doğru bambu yeşermeye başlar
ve altı hafta gibi kısa bir sürede yaklaşık 27 metre boyuna ulaşır.
Akla gelen ilk soru şudur :
Çin bambu ağacı 27 metre boyuna altı hafta da mı Yoksa beş yılda mı ulaşmıştır?
Bu sorunun cevabı tabii ki beş yıldır.
Büyük bir sabırla ve ısrarla tohum beş yıl süresince sulanıp gübrelenmeseydi ağacın büyümesinden hatta var olmasından söz edebilir miydik ?...

Bir başarının şartları her zaman çok basittir.
Bir süre için çalışın,
Bir süre tahammül edin.
Her zaman inanın.
Ve hiçbir zaman geri dönmeyin.

İşte böylee... Herşey iyi güzel de; şu tahammül işi beni biraz zorlar:) Zamanında gerekli gereksiz herşeye tahammül ettim de hâl mi kalmadı dersiniz, hıı?

18 Eylül 2012 Salı

REÇETENİZ BU DÖRT KURAL;)

Yağmurlu bir Eylül gününden (bayılırım!) size seslenmekteyim:) Malum, düşünce baloncuklarımı büyüttükçe büyüttüğüm günler geçirmekteyim... Okudukça öğrendiğim, öğrendikçe şaşırdığım, şaşırdıkça eğlendiğim bir evre:) Hayat gailesiyle birlikte yürüttüğüm faaliyetlerden bu kadar haz almazdım emin olun. Bol vakit varken bunları yapmak daha bir keyifliymiş:)

Elbette bu keyfi sizinle de paylaşmaktır amacım:)

Hint felsefesinin dört kuralından bahsedeceğim bugün size:) O kadar hoşuma gitti ve o kadar doğru geldi ki bu yazılanlar... Hepsini eksiksiz bir şekilde hayata geçirirsek...

"Yaasslııı gittim, şen geldim;
Aç kooooynunuu ben geldim!"  diye diye mutluluğa yârenlik ederiz, söylemedi demeyin:):)



Bakın kurallar şöyle:

KURAL 1: "Karşına çıkan kişiler her kimse, doğru kişilerdir. Bunun anlamı şudur, hayatımızda kimse tesadüfen karşımıza çıkmaz. Karşımıza çıkan, etrafımızda olan herkesin bir nedeni vardır, ya bizi bir yere götürürler ya da bize bir şey öğretirler.

KURAL 2: "Yaşanmış olan her ne ise, sadece yaşanabilecek olandır. Hiç bir şey, hem de hiç bir şey yaşadığımız şeyi değiştiremezdi. Yaşadığımızın içindeki en önemsiz saydığımız ayrıntıyı bile değiştiremeyiz. 'Şöyle yapsaydım, böyle olacaktı' gibi bir cümle yoktur. Hayır, ne yaşandıysa, yaşanması gereken, yaşanabilecek olandır, dersimizi alalım ve ilerleyelim diye. Her ne kadar zihnimiz ve egomuz bunu kabul etmek istemese de, hayatımızda karşılaştığımız her olay, mükemmeldir."

KURAL 3: " İçinde başlangıç yapılan her an, doğru andır. Her şey doğru anda başlar, ne erken ne geç. Hayatımızda yeni bir şeyler olmasına hazırsak, o da başlamaya hazırdır.

KURAL 4: "Bitmiş olan bir şey bitmiştir. Bu kadar basittir. Hayatımızda bir şey sona ererse, bu bizim gelişimimize hizmet eder. Bu yüzden serbest bırakmak, gitmesine izin vermek ve elde etmiş olduğun bu tecrübeyle ileriye doğru bakmak daha iyidir."

Yazması, okuması, 'aa ne kadar doğru' deyip kafa sallaması kolay değil mi:)

Hadi bir de içimize sindire sindire yaşayalım şunları, ne dersiniz?:)

12 Eylül 2012 Çarşamba

SARI BİR GELİN...

Erzurum...

Dağına, taşına, suyuna hayran olduğum... Sebepsiz sevdiğim. Her daim özlediğim... Bir şehirden öte gördüğüm. Sokaklarında gülümseyerek gezdiğim. Milliyetçilik duygularını damardan yaşayan, bu duyguyu bir de bölgesel milliyetçilikle taçlandıran insanların memleketi. Memleketim!

Hikayesi, efsanesi, türküsü bol memleketim...

Yıllarca, kendimi bildim bileli sahiplendiğim, gönülden sevdiğim "Sarı Gelin" gibi.

Küçük bir kızken arabada, evde, herhangi bir yerde bu türküyü duyduğum zaman türlü sahneler geçerdi gözümün önünden:) Uçuş uçuş sarı saçlı bir genç kız ve onu çok seven adamı düşünürdüm hep. Hep mutlu sonla bitirmeye çabalardım beynimdeki, yüreğimdeki Sarı Gelin hikayesini. Ama ah o melodiler... Yürek burkan o melodileri yok mu... Hiç izin vermezdi mutlu sona.... Bir defa daha dinlesem de değişmezdi sonu... Bir kere daha... Bir kere daha...

Kezâ da öyleymiş, mutsuzmuş bu hikayenin sonu...

Şöyle ki;

Sarı Gelin türküsü, Kuzeydoğu Anadolu Erzurum coğrafyasında ortaya çıkmıştır. Türklerin büyük bir kolunu teşkil eden Kıpçakların diğer adı da Kuman'dır. Diğer kavimler, Kıpçakları "sarışın" anlamına gelen "Kuman" adıyla veya bu anlama gelen başka kelimelerle anmış ve tanımışlardır.
Sarı Gelin, eski çağlardan beri Çoruh ırmağı boyunda yaşayan Hıristiyan Kıpçak beyinin kızıdır. Erzurumlu bir delikanlı sarışın Kıpçak beyinin kızına aşık olur.

Sarışın Kıpçak kızına aşık olan delikanlıya, bey babası kızı vermez.

Delikanlı sarışın güzel kızı kaçırmaya karar verir ve kaçırır. Kıpçak beyinin adamları iki kaçağın peşine düşer ve uzun bir takipten sonra bulurlar ve delikanlıyı öldürürler.

O günden beri Erzurum yöresinde bu hikâye dilden dile dolaşır.

Bu güzelim melodilerin ortaya çıkmasını sağlayan hikaye işte böyle... Onlar yaşamış, bize de iç çeke çeke türkülerini dinlemek kalmış.


1 Eylül 2012 Cumartesi

SON MU BAHAR?...

Sizin de yaşamdan çaldığınız, sadece kendinize armağan ettiğiniz dakikalar var mı? Olsun!...

Başkalarını, yaşamın sırtınıza yüklediği ambargoları, keşkelerinizi, acabalarınızı düşünmeden yürüdünüz mü bir yol boyunca? Yürüyün!...

Sonbaharı sevdiniz mi siz de benim kadar? Nice anlamlar yüklü olduğunu düşündünüz mü hiç? Düşünün!...



Eylül geldi, çattı... Sonbahar nazikçe kapıyı çalmakta. Yakında akıl almaz bir sihir gibi yapraklar sararıp, kızıla çalıp düşecek dallarından... Dedim ya "nazikçe" gelip geçecek sonbahar. Ne sıcaktan çok bunaltacak ne de soğuktan donduracak...

Çıkın yürüyün. Metrelerce, saatlerce... Yerdeki yaprakların çıtırtıları gelsin sizinle, başka hiçbir şeyi taşımayın yanınızda. Sadece hayatın amacını, bu amaca yakınlığınızı sorgulayın. Her sonbahar yerdeki yapraklara bakarak kendime sorduğum soruları siz de kendinize sorun mesela: "Bu yıl yeterince çabaladım mı? Vakitsizce düşen bir yaprak olursam eğer... Hazır mıyım?"

En çok sevdiğim mevsim kapıda:) Siz de sonbaharı "anlamaya" ne dersiniz? 


13 Ağustos 2012 Pazartesi

BAŞLIK UYMAMIŞ BUNA.

En sevdiğim yazı türü ne biliyor musunuz?

Açıklıyorum: "Beyin fırtınası"

O da neymiş. Şiirin, denemenin, makalenin suyu mu çıkmış demeyin, kulak verin.

Beyin fırtınası dediğimiz bu yazı stilini, okul hayatımdaki değerli hocalarımdan biri öğretmişti bana. Aklınıza ne geliyorsa düşünmeden, duraksamadan yazın, silgiyi de unutun demişti. "Ay bu kelime buraya yakıştı mı?" "Ya okuyanlar bunu yanlış anlarlarsa?" "Acaba, demek istediğimle yazdığım bir oldu mu?"... demeden, çalakalem yazmak öyle güzel bir duygu ki anlatamam. Sanki beyninizin içinde boşuna ağırlık yapan, gerekli-gereksiz, yerli-yersiz bütün düşünceler elinizdeki kalemden akıp önünüzdeki kağıda dökülüyormuş gibi:) Terapi gibi:)

Ben de bugün bu şekilde bir yazı yazmak istedim.

Tabi yazdığım yer itibariyle, daha fazla ağzı yüzü toparlanmış şekilde olma durumunda bu yazı.

Konusu, başlığı olmayan bir yazı... Fonda özlenen, beklenen ve sonunda teşrif eden yağmurun sesiyle. Beynimde birbirinden çeşitli oyunlar oynayan düşüncelerimi, karman çorman da olsa yazıya dökemediğim bir şekilde yazıyorum. Bir izdiham var kafamda, anlamadım gitti. Her bir düşünce baloncuğu "benim önceliğim var" diye bağırıp durmakta.

Bazen apaçıktır yolun. Bazen de tıkanıp kalırsın doğru ya...

Düşünüyorum da; belki de "Nereden geliyorum, nereye gidiyorum?" sorusunu kendime dürüstçe sorabilmem için bahşedilmiş bir zaman dilimidir bu.

Burundan derin bir nefes alıp ağızdan nefes veriyorum...  

Düşünmek için, ölçmek-biçmek-tartmak için "Vira Bismillah!!!" diyorum...

Dengeyi kurabilirsem kocaman bir alkış bana...




6 Ağustos 2012 Pazartesi

ZİHNİMDEKİ FRANKFURT'UN ÖNCESİ VE SONRASI...:)

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde... Pireler berber, develer tellâl iken...

Şaka şaka o kadar uzun zaman önce değil:) Sadece 15-16 yıl önceydi "Frankfurt" adının zihnimde birşeyler oluşturduğu zamanlar. Daha çok ürkütücü ve soğuk bir izlenim yaratmıştı bende, kabul etmeliyim. E kolay mı? Hayatımın çizgi film karakteri Heidi'nin bir nevî hapis hayatı yaşadığı, tontiş dedesinden ve Alp Dağları eteğindeki enfes kulübelerinden ayrılmasına sebep olan yerdi orası:):)



Hani çatı katına çıkıp pencereden bakmıştı. Bina yığını ve insan kalabalığını görünce de ağlamaya başlamıştı ya... Ahh ah ne kadar üzülmüştüm o zaman:):) 

Şaka yapmıyorum ya, cidden erasmus dönemine kadar buydu benim için Frankfurt:):)

Ama neyse sonunda gidip görme fırsatını yakalım. Çocukluğumun öcü(!) kentine objektif bir gözle bakma imkanım oldu...

Şöyle ki;

Main Nehri'nin kıyısında olan bu kent, Almanya'nın Rhein-Main bölgesinde bulunmakta. 400 bankası, borsası, merkez bankası ve Avrupa Para Enstitüsü'yle uluslararası bir finans merkezi konumunda. Ayrıca yolcu taşımacılığı açısından Avrupa'nın ikinci büyük havalimanına (Rain-Main Havaalanı) sahip. Modern, şık ve büyük bir kent. 

Eğer aklınızda bu kent hakkında birşeyler oluşmaya başladıysa, size biraz da yaşanmışlıklardan bahsedeyim:)

Ne yazık ki Frankfurt'a ilk ayak bastığımızda beş parasızdık ve ben ölümüne hastaydım:/ Frankfurt'un soğuğu da buna eklenince zor oldu benim için, itiraf ediyorum. Ama şanslıyım ki; düşünceli ve hayat kurtarıcı arkadaşlarım vardı yanımda. Furkan ve Muhammet, Şifanur ve beni sıcak Mc Cafe'ye emanet ederek hem para çekmeye, hem de hostelimizin yerini bulmaya gittiler. Bizse meteliksiz bir şekilde, çevremizde binbir çeşit (çok ciddiyim!) insanla kalakaldık:) Gerçekten erasmus hayatım boyunca yaşadığım en enteresan, en korku dolu, en hastalıklı, en komik anlardan biriydi:)

Neyse ki bu bekleyiş çok uzun sürmedi. Mükemmel hostelimize vardığımız anda buluştuğum yatağımı bir gün boyunca terk edemedim, Frankfurt sokakları benimle bir günlük gecikme sonrasında buluşabildi, olsun:):) İşte bir gün boyunca kafamı camından dışarı çıkarmadığım hostelimiz:):)


Ertesi gün öncelikle Eiserner Steg köprüsüne doğru yol aldık. Bu köprüye Love Bridge de deniliyor. Avrupa'da çoğu yerde gördüğümüz, turizmi canlandırmak için yapılan küçük numaralardan buradaki de;) Sevgililer, üzerlerinde isimlerinin yazıldığı kilitler vuruyorlar köprüye:) E Allah kabul etsin madem diyor ve köprü üzerinden Frankfurt manzaraları yakalıyoruz biz de:):)



İşte burası da canlı mı canlı, renkli mi renkli Old Town Hall..:) Noel zamanına denk geldiği için Noel Pazarı'nı da görme fırsatımız oldu. En çok burada gezmekten hoşlandım diyebilirim:) Fotoğraflara bakın ve siz de hak verin:):)





Ve sırada Gothic Frankfurt Katedrali (Kaiserdom). 13. yüzyıla ait bu katedral 95 m uzunluğunda. 


Bu da katedralin önünde karşılaştığımız çılgın akordeoncu amcamız:):)


E Frankfurt'a gittik, Avrupa Merkez Bankası'nı ve önündeki koca Euro işaretini görmeden olmaz dedik. Merak etmeyin, oraya da gittik:):) Anti-kapitalist kardeşler protesto amaçlı oraya çadır kurmuşlar onları da gördük:):) Bakın küçük eurocuğun hemen solunda;);)



İşte böyle sevgili kardeşler...:) 

Ertesi gün biz Frankfurt'tan ayrılırken bembeyaz bir örtü kapladı her yeri. Ba-yıl-dım:)


 "Hadi gönlümü kazandın yine Frankfurt, iyisin" dedim ve veda ettim bu kente:):) Kimbilir belki bir zaman, bir şekilde, yine aynı yollardan yürürüm belli olmaz...:)

Siz de yürüyün bence:)

Görüşmek üzere...


























4 Ağustos 2012 Cumartesi

BİR KIVILCIM DÜŞER ÖNCE... (ORJİNAL BAŞLIK? EH.)

"İnsanın ruhuyla ilgilenmesi için hiçbir zaman çok erken ya da çok geç değildir..."

Ve bilirim ki; benim de ruhuma iyi gelen, yumuşacık elleriyle içimi okşayan, yıllar geçtikçe değerlenen dostlarım var. İyi günde, kötü günde duacım onlar... 

Güvendiklerim... Kahkaha atmaya da, ağlamaya da beraber iştirâk ettiklerim:)

Farklı bir dille iletişim kurduklarım..:) 

"Hani şu gün vardı ya, şey yapmıştık hani..." gibi dengesi bozuk bir cümle kurduğum zaman bile beni anlayanlarım:)

Bir anı...

Tek bir kötü anıyı bile bana yük etmeyenlerim...

Düşündükçe gülümsediklerim...

Sevdikçe sevdiklerim...:):) 

İyi ki varsınız...


Not: Fotoğrafta olmayanlar da var. Sakın kırılmayın. Hepiniz benim bebeklerimsiniz:D:D

29 Temmuz 2012 Pazar

SONU GELMEZ ŞÖVALYE ROMANLARI...



"Sonu gelmez şövalye romanları gibidir bu yaşantı: en zor anlarda daima açık bir kapı bulunur girip saklanacak. Ne gördün bütün kapıların birer birer kapandığı bu dünyada? Hangi kusurunu düzeltmene izin verdiler? Son durağa gelmeden yolculuğun bitmek üzere olduğunu haber verdiler mi sana? Birdenbire: 'Buraya kadar!' dediler. Oysa, bilseydin nasıl dikkatle bakardın istasyonlara; pencereden görünen hiçbir ağacı, hiçbir gökyüzü parçasını kaçırmazdın. Bütün sularda gölgeni seyrederdin..."
Dün okudum bu satırları... Çok değerli bir arkadaşımdan hediye olarak gelen ama uzzuuuunn süredir kitaplığımda okunmak için bekleyen, yerine onlarca kitap okuduğum, değerini yeni yeni anladığım kitabımdan... Oğuz ATAY'ın (bence) inanılmaz bir zeka ürünü olan romanı: 'Tutunamayanlar'ından...


Bana ait çokça kelime sarfetmeyeceğim bu yazımda. Bu satırların, beni düşündürdüğü kadar sizi de düşündüreceğine inandım, paylaşayım dedim.

Zamanın akıcılığına, dikkatsizliğimize, gözümüzden kaçırdığımız gökyüzü parçalarına ithafen yazdım...


22 Temmuz 2012 Pazar

FETHİ PAŞA KORUSU VE DE KİMLİĞİ;)

Üsküdar'da denize nazır, güzel manzaralı Fethi Paşa Korusu'na gittiniz mi hiç? Eminim çoğunuz gitmiştir, özellikle İstanbul'da yaşayanların en azından kulağına çalınmıştır bu güzel mekanın adı...
Ben de birkaç gün önce oradaydım:)



Erzurum - Bursa hattında düğünden düğüne koşturduktan, cAAnım akrabalarımın gönüllerini hoş tuttuktan sonra ayağımın tozuyla İstanbul'da gezmelere gittim, evet:)

Konuya geri döneceğim ama şöyle bir anti parantez açıp bir özelliğimden bahsetmek istiyorum size...:)
"Bu isimler de nereden gelmiş yaaa..." merakı:) Sizde var mı? Bende hayli mevcut durumda bu merak. "Bunun adı neden kaşık?", "Bu niye araba?", "Bu şehrin adı neden İstanbul?", "Adın neden Ülkü?"... gibi cismini gördüğüm şeyin ismini merak ederim ben kardeşler:):)

Nitekim Fethi Paşa Korusu'ndan içeri girdiğimde de aynı soru işareti gelip beynimin müsait bir yerinde yerini aldı. "Burasının adı neden Fethi Paşa Korusu'ydu ve Fethi Paşa kimdi?". Merak etmeyin. Üşenmedim, araştırdım.
Ne demiş J.W. Goethe...
 "Merakı olmayan hiçbir şey öğrenemez!":)

Gelelim Ahmet Fethi Paşa'ya...Biyografisi şöyle...
  
Fethi Ahmet veya Ahmet Fethi Paşa (d. 1801- ö. 1858) (Rodoslu Hafız Ahmet Ağa'nın oğlu olduğu için Rodosizade, Sultan 2. Mahmut'un kızı Atiye Sultan ile evlendiği için de “Damad” olarak anılır), 19. yüzyılda yaşamış Osmanlı asker ve devlet adamıdır. 1858 yılında ölmüştür.
1830’da Ferik (tümgeneral), 1833’te Viyana Büyükelçisi ve biraz sonra müşir (mareşal) oldu. Valilik ve Paris elçiliği yaptı. Ticaret Nâzırı, Meclisi Vâlâ Reisi, Harbiye Nazırı ve Tophane Müşiri oldu. 56 yaşında iken ölünce Divanyolu’nda 2. Mahmut Türbesi bahçesine gömüldü.
Bütün bu çeşitli ve önemli görevleri içinde en çok Tophane Müşirliği üzerinde durulur. Bu görevi sırasında padişahın isteği üzerine Eski Eserler Koleksiyonunu ( Mecma-ı Âsâr-ı Atika ) Aya İrini'de toplayarak Türk müzeciliğine katkıda bulunmuştur. Ayrıca Beykoz cam fabrikasının yönetimini de üstlenerek, Çeşm-i bülbül üretiminin yaygınlaştırılmasını sağlamıştır.
Kuzguncuk'taki Ahmet Fethi Paşa Yalısı, Üsküdar'daki Fethi Paşa Korusu, Karacaahmet'teki Rodoslu Ahmet Fethi Paşa Camii İstanbul'da onun adıyla anılan mekanlardır.

İşte böylee... Merakımı giderdim, içim rahatladı:) Biyografinin içinde yer alan, Ahmet Fethi Paşa'nın imalatının yaygınlaşmasına sebep olduğu Çeşm-i bülbül nedir diye belki siz de merak edersiniz dedim; link koydum:) 

"Bugün ne öğrendik " köşenize (!) katkım olduysa ne mutlu bana:) Bundan kelli Üsküdar'da Fethi Paşa Korusu'na gittiğinizde daha bir bilinçli olabilecek ve çevrenizdekilere "Fethi Paşa kimmiş biliyor musun..." diyerekten havanızı basabilecek kıvamdasınız, tebrikler:):)

Görüşmek üzere... 

5 Temmuz 2012 Perşembe

LA LA LA LA...

Erzurum yolundayım, otobüste...Ve bilin bakalım şu sıralar buralarda hangi mevsim yaşanıyor:) Elbette ki kış:)

Sevimli kahramanlar Bozkurt Ailesi olaraktan bu sene üstüste iki düğünümüz var. Bundan mütevellit düştük yollara. İyi de oldu hani. İstanbul'un yapıştıran(!) nemli sıcağına dayanmaktan bitap düşmüş bünyeler olarak rahat bir nefes almış durumdayız...:)

Ama bu satırları yazmamın bambaşka bir sebebi var aslında. Yan koltukta annesinin kucağında oturan, minik yol arkadaşım bu satırların ilham kaynağı. Şu anda annesi uyuyor. O da at kuyruğu yaptığı saçı sallana sallana camdan bakıyor:) Sevimli mi sevimli:) Bir de özelliği var ki sormayın:) Annesine her derdini hafif bir melodiyle harmanlayıp anlatma yetisine sahip:) Yani bıdı bıdı konuşurken sık sık şarkı söyleme modunda:) "Anne buyası açılmıyooooor aaaçılmıyor" "Anne baba neyyydeee baba la la la la"... gibi:D

Her zamanki gibi... Bir 'çocuk' olduğu için çocuk saflığına imrendim... Bir de bu özelliğiyle mest etti beni, her an ısırabilirim:)


Ben de onun gibi şarkı söyleye söyleye konuşmak istiyorum:):) Bizim bu çocuklardan yaşama sevinci konusunda öğrenecek çooookkk şeyimiz var, çok...:)

30 Haziran 2012 Cumartesi

ENTERESAN UYGULAMA...

Ben ne duydum biliyor musunuz a dostlar:):)

Brezilya hapishanelerinde yılda 12 roman okuyan mahkumların cezalarından 48 gün düşürme kararı alınmış:)

Ben beğendim bu uygulamayı ya:):) Cidden çok beğendim:) Ama Türkiye'de böyle bir uygulamanın yürürlüğe konmasının tamamen ütopik olacağının farkındayım ne yazık ki:/

Yani bir düşünüyorum da... Yok, caanım Türkiye'me bir türlü oturtamıyorum kafamda bu hayali:s






26 Haziran 2012 Salı

BİNLERCE KELİME YERİNE TEK BİR NOTA...

Garip mi geldi size bu başlık, yoksa "Evet böyle düşündüğüm oluyor çoğu zaman..." mı dediniz?

Kitaplara, yazmaya aşık; çoğu zaman  susmayı tercih edip kaleme kağıda sarılan ben... Ben bile böyle düşünüyorum bazen... Tam da şu anda olduğu gibi... Tam da bu yazıyı yazarken arka fonda çalan melodinin bana dikte ettiği gibi... Sus ve dinle:)

Bir melodi binlerce karmaşık duyguyu nasıl içerebilir, gör... İster benim yaptığım gibi yatağına uzan ve tavana dik gözlerini binlerce düşünce içinde... İster uykuya dal... İster birşeyler karala... Ne yaparsan yap, ikimiz de bambaşka şeyler düşüneceğiz bu melodi kulaklarımızda çınlarken. Ne garip değil mi?... Şu dünyada yaşayan küçük büyük her bir canlının farklı farklı dertlerinin, amaçlarının, mutluluklarının olması ne garip...

Neyse, daha fazla kendi düşüncelerimi kaleme almayacağım bu yazıda. Bu melodiyi her dinleyenin apayrı diyarlara gitmesi çünkü amacım. Sizin hayal dünyanıza, benim düşüncelerimin ket vurmasından kaçınarak susuyorum...

Hayatın akışına 5 dakikalık mola...


18 Haziran 2012 Pazartesi

To Take The Cap On (KEPLER FORA) :)


Nereden de gelip bulmuş bizi bu kep atma adeti hiç merak ettiniz mi?:) Kepini semalarla henüz buluşturmuş biri olaraktan, ben merak ettim ve araştırdım:) Kep atmanın tarihçesi şöyleymiş...


Amerikan Deniz Harp Akademisi'nin 1912'deki mezuniyetinde, seramoninin sonunda kep fırlatma merasimi gerçekleşmiş. Yeni göreve başlayacak olan mezunlara memur şapkaları verildiğinden, mezunların 4 sene boyunca taktıkları Deniz Harp Akademisi öğrencisi keplerine ihtiyaçlarının kalmadığını simgeleyen bir gösteriymiş bu. Gösteri öğrenciler ve okullar tarafından nasıl benimsenmişse, şimdilerde ülkemizde dahi devam etmekte bildiğiniz üzere:)

Benim için iki gün öncesine kadar pek de derin anlamı olmayan bu sembolik minik gösteri farklı hisler uyandırıyor insanın içinde. Bunu kimse inkar etmesin:) Sevinç, gurur, hüzün, heyecan, tedirginlik... hepsinden birer tutam var sanki o kafada durması zahmetli keplerde:) Sanki mavi göklere fırlatınca o kepi şöyle bağırıyorsun içten içe:

"Bakın, başardım:) Mezunum ben artık! Çok mutluyum!"
"Ya iş bulamazsam:("
"Kendimle gurur duyuyorum:) Ailem de benimle gurur duyuyor elbette ki! Onlara bu mutluluğu yaşattım, yaşasın:)"
"Hayatımın hiçbir dönemi öğrencilik dönemim kadar heyecan verici olamayacak!:("
"Artık kendi işim olacak ve kendi paramı kazanacağım:)"
"Önce araba mı alsam, yoksa kariyerime mi yatırım yapsam?:):)"
"İş hayatı yorucu olacak:("
.........

Gibi gibi işte:) Gerçekten enteresan ya:) İnsan hayatında bazı anlar olur ya hani... Bir daha benzerinin dahi yaşanamayacağını bilirsin. İşte öyle zamanlardan biri bu mezuniyet hikayesi... Bir daha üniversite öğrencisi olamayacağım, o güzelim kampüsümde aheste aheste gezemeyeceğim, M5 binasından kafeteryaya çıkarken 'insan öldüren' o yokuşta içten içe küfür edemeyeceğim, her şenlik zamanını 'bu ne biçim şenlik beee' diye başlayıp 'offf şenlikler niye bitti kii' diye bitiremeyeceğim... falan filan:):)

Eyvah damara bağlamama ramak kaldı sanırım, hiç hoş değil!:) Hemen modumu zıplatıyorum:) Mutluyum, Allah'a şükür ki bu günleri de gördüm:) 

Herşeyden öte, üniversite hayatının bana kattığı yepyeni bakış açısı için minnettarım:) Ve en güzel yerlere gelebilmek için elimden geleni yapacağım. Benimle birlikte mezun olan, aynı sıraları paylaştığım, aynı binanın havasını soluduğum ( bizim bina genelde havasız olurdu ama olsun:) ) bütün arkadaşlarımın da aynı şekilde davranacağına eminim. Umarım onların da yolları çok çok açık olur:)

Ne demişler: "Yıldızları nişan alıp ayı vurmak, çatıyı nişan alıp pencereyi vurmaktan yeğdir". Bundan sonra mottomuz bu olsun:p

Görüşmek üzere:)





13 Haziran 2012 Çarşamba

BURASI PORTO (=


Douro Irmağı’nın kıyısında en eski Avrupa şehirlerinden biri olan Porto, 1996 yılında Unesco Dünya Mirası listesine alınmış. Kaliteli şarabın adresi sayılan bu güzel şehir Portekiz’in ticari başkenti olarak anılıyor.

"İşte tam bir Avrupa kenti" diye devam edemeyeceğim yazıma, ne yalan söyleyeyim:) Porto tamamen kendine has bir havası olan, daracık sokakları, camlardan sarkan rengarenk çamaşırları, enteresan insanlarıyla şaşırtıcı bir yer:):)

Bir de buraya Barcelona'dan geldiğimizi hesaba katınca ne büyük şok yaşadığımızı düşünün:):)

Ama benim için kötü bir şok değildi bu; sevimli, ilginç bir sürprizdi:) Şimdi düşünüyorum da, Porto'yla ilgili tek 'keşke'm oradaki kısıtlı zamanımızdı.

Erasmus gezimiz boyunca 'kısıtlı zaman' demek; yerçekimiyle danışıklı dövüş halindeki çantalarımızla gezmek demekti bizim için:) Porto'da da böyle oldu;)





Öncelikle karnımız doymalıydı ve bilin bakalım biz Porto'da ne yedik...:)










Evet doğru bildiniz elbette ki; ERASUS öğrencilerinin sevgilisi, can yoldaşı, sığınacak yegane kapısı Mc Donalds yine karnımızı doyurdu, sağolsun:) Yemeğin ardından, Porto'da fazla vaktimiz olmadığı için hemen gezmeye koyulduk. 





Kent meydanı Praça da Batalha'dan yürüyerek gözlem kulesi Torre dos Clerigos'a vardık. Şu solda gördüğünüz yokuşu çıkmak o çantalarla pek kolay olmadı ama başardık:) 






Clerigos Kilisesi'nin arkasında yer alan bu kule 75.6 metre uzunluğunda ve şehrin çoğu yerinden görünmekte. Kilisenin bu anıtsal kulesi barok tarzından etkilenilerek 1754 - 1763 yılları arasında inşa edilmiş. Bakın şu şekilde de fotoğraf makinelerimize yansımış:):)


Ve sırada Se Katedrali... Bu devasa katedralden Avenida Vimara Peres Caddesi'ni izleyip, kuşbakışı Duoro Nehri'ni ve Ribeira kıyılarını seyretmek; Porto deyince aklımıza gelecek eşsiz manzaralar kazandırdı bize:)





Öğrendik ki Porto'yu ikiye ayıran Duoro Nehri'nin üstünde tam 5 adet köprü bulunmaktaymış. Biz de bu köprülerin en ünlüsü Ponte D. Luis'i görmek için yola koyulduk. Köprünün üstünden yürüyerek geçilebiliyor. Yaklaşık 385,25 m:) Buyrun fotoğrafları...:)






İşte böyle manzaralar eşliğinde yürüdük bu 385 metreyi:) Yorgunluğumuz tavan yapmış bir şekilde, ayaklarımızı sürüye sürüye de hostelimize vardık:) Yataklara nefessiz uzandık ve acıkana kadar kimseciklerden ses çıkmadı:)



 




Akşam saatlerinde karnımızı doyurmak için dışarı çıktığımızda hafif bir yağmur başladı. Bu şekilde Porto'yu hem gece, hem de hafif çiseleyen yağmur eşliğinde bir kere daha gördük ve gecenin ilerleyen saatlerindeki uçağımıza bindik.

Her kentin kendine has bir havası var elbette ki. Ama Porto'da hissettiğim atmosfer hiçbir Avrupa kentinde yoktu, samimiyetle söyleyebilirim. Belki bir gün sizin de yolunuz oraya düşer, o zaman beni anlarsınız;)
Görüşmek üzere:)