31 Ekim 2011 Pazartesi

BUDAPEŞTE...

Budapeşte'deki Astoria Hostel'in bir odasından düşülüyor bu notlar. Sekiz kişilik odamızda erasmus grubumuzla kardeş kardeş kalıyoruz:) Hayatımda çok fazla hostelde kaldığım söylenemez şimdiye kadar, evet. Ama şimdiye kadarki hostellerin içinde en sevimlisi bu desem ne sizi kandırmış olurum, ne de kendimi. Odalar, odamızın çıkışındaki lobimiz, hostelin girişi... sade desem sade değil; şatafatlı desem alakası yok. Farklı desenler, farklı renkler, cafcaflı kumaşlar, gül kurusunun açık tonunda duvarlar öyle birbiriyle alakasız ama aynı zamanda da öyle birbiriyle uyumlu ki... Belki diğer arkadaşlarım için aynı şeyi söyleyemem ama hostele girdiğimiz an bu manzarayla karşılaşınca ister istemez bir gülümseme gelip yerleşti yüzüme, aynen şuradaki gibi:D
Ama sonra farkettim ki bir eksiği mevcut sevimli hostelimizin:( Yataklarımızı görünce; "Çarşaflar daha temiz olsaydı iyiydi." demekten kendimi alamadım ne yalan söyleyeyim. Ama olsun, idare ediyoruz işte.










Hadi şimdi gelelim Budapeşte'ye...Ben gezinin bu ayağını iple çekerken uçaktan indikten sonra bindiğimiz takside ilk şoku yaşadım. Tarkan'ın şarkısının radyoda çıkması elbette bizim için güzel bir sürprizdi ama taksi şoförünün kırık İngilizcesiyle anlaşma çabalarımız, Budapeşte'nin gözümüze kirli görünen sokakları beklentilerimi suya düşürdü. Bir de üstüne üstlük taksi şoförü bizi yanlış yerde bırakıp kaybolmamıza sebep olmasın mı... "Haydaaa" dedim, "Dakika bir, gol bir." Neyse ki yılmaz ruhlarımızla bir süre sonra hostel odamıza attık kendimizi. Gülle kılıklı çantaları sırtımızdan fırlattığımız gibi gecenin 2'sinde karnımızı doyurmak için bir Türk lokantasına gittik. Kars'lı abimiz mercimek çorbam var deyince sevincim tavan yaptı ama ne yazık ki tadı beni mutluluktan uçurmadı. "Neyse" dedik ve hostelimize gidip güzel bir uyku çektik. Pardon çektiM. Her arkadaşım için bunu iddia edemeyeceğim çünkü:)
Sabah erkenden uyku mahmuru düştük yollara. Önce Kahramanlar Meydanı Hösök Tere ve arka tarafında yer alan Varosliget (Kent Korusu)  görüldü. Ama çok fazla gezemeden biten enerjilerimizi fullemek için Buda tarafında bir krepçi dükkanına doğru yol aldık.







Tatlı ve tuzlu olarak yaklaşık 350 krep çeşidi mevcuttu, çıldırdık:):) Ama tavsiye üzerine; tuzlu olarak kaşarlı-mantarlı, tatlı olarak da kirazlı-çokokremli yedik. Bana sorarsanız lezzetleri gerçekten iyiydi;)
Daha sonra yolcu yolunda gerek dedik ve Mathias Kilisesi ve Parlamento Binası'nı gördük. E Stockholm'de aç gezdiğimizi, Budapeşte'de de yemek konusunda imkanımızın bol olduğunu bildikten sonra aldık başımızı gittik yeni bir Türk lokantasına. Özellikle karnımız değil dikkatinizi çekiyorum; "gözümüz" doyana kadar yedik:):) Karnımız da gözümüz de doymuş, tam rahata takmış Budapeşte sokaklarını gece manzarasıyla birlikte içimize çekerken grup üyelerimizden Furkan'a Merzifon dolaylarından bir telefon geldi:) Öncelikle burada bir parantez açarak belirtmeliyim ki; Budapeşte'de Merzifonlu Gül Baba adlı bir dervişin türbesi bulunmakta. Türbe Gültepe (Rózsadomb) denilen yüksekçe bir yerde, biraz uzak olduğu için; biz istemeyek de olsa gezi planından çıkardık Gül Baba Türbesi'ni:( Şimdi gelelim mühim telefona:)
Merzifon'dan gelen telefonla, ne olursa olsun Gül Baba Türbesi'ne gidilmesi görev kılındı Furkan'a:) Saat akşam 9:30 suları. "Yalnız gidemezsin, hem demek bizim de göreceğimiz varmış" dedik; Alper, Muhammed ve ben de takıldık Furkan'ın peşine. Buda tarafına Chain Bridge'den geçerek bir günde ikinci kez giriş yaptık. Atladık bir taksiye. Adam o saatteki isteğimiz karşısında şaşkınlıkla karışık bir kabullenişle götürdü bizi türbeye. Dualarımızı ettik, fotoğraflarımızı çekildik. Görevimizi başarıyla yerine getirdik:) Demek Budapeşte'ye gelip Gül Baba Türbesi'nde bir fatiha okumak kısmetimizde varmış dedik:):) He tabi bir de Budapeşte'nin geceyle dansını içimize sindire sindire izlemek... Bence tek kelimeyle muhteşemdi. Gün ışığında sade güzelliğiyle göz dolduran Budapeşte, geceyle birlikte sanki başka bir şehir oluyor. Ve inanın bu farkı açıklayabilmek için kullanabileceğim tek tamlama: "Nefes kesici!".


Neyse... Ben bu satırları yazarken çoğu yorgun savaşçı uykuya teslim olmuş durumda:) Bir de hala ayakta olan bir savaşçımız var; o da havlusunu kurutmak için küçücük elektrikli sobanın önünde dört dönen Furkan:):) Yarın sabah 9:00'da Viyana'ya otobüsümüz var. Ben de şimdi uyuyan yorgun savaşçılara katılayım ve bakayım yarın Viyana'da bizi neler bekliyor:) Tekrar görüşmek üzere...

28 Ekim 2011 Cuma

STOCKHOLM STANDS ON BEING MY FAVORITE PLACE IN THE WORLD...

Stockholm ayaklarımın altında desem?...:) Kaknästornet Tv Kulesi'ndeyiz. Yanımda Furkan, Muhammed ve Yunus var. Onlar geri dönüş paralarını ayarlayadursun, ben de fırsattan istifade birşeyler yazayım dedim.


Sanırım İstanbul'dan sonra bir şehre daha aşık oldum... Sistemine, düzenine, yaşam kalitesinin yüksekliğine, Baltık Denizi'yle bütünleşen adacıklarına... hayran kaldım. Stockholm benden çoooooooookkkk uzaklarda, "Tam yaşanılası bir şehrim ben!" diye bas bas bağırıyormuş da bunu duymak bana ancak nasip olacakmış.
Her gün daha iyi anlıyorum ki; hayatta görülecek, yaşanacak, sevilecek, aşık olunacak daha çok şey var. Görmesini bilene tabi...
Güzelsin Stockholm... Çok güzelsin. Umarım hayat yollarımızı bir kez daha kesiştirir. Bekle beni...:)

26 Ekim 2011 Çarşamba

İNSANOĞLU KUŞ MİSALİ CANIIMMM:)

Evet, şu anda yurt odamda yatağıma oturmuş bu satırları yazıyor olabilirim. Ama yarın şu saatlerde nerede olacağım kim bilir:) Aslında gezi planımıza bakıp yüksek ihtimalle nerede olacağımı öğrenebilirim :p Yine de özgürlüğün ağzımda, yüreğimde, fikrimde bıraktığı tat o kadar karşı konulması güç ki... Böylesi daha iyi:)
Başını alıp gitmek ne de zevkliymiş... İçin için bu istekle yanıp tutuşurken yıllarca bir şeyler için koşturmak beni ne kadar da yormuş meğer. Şimdi aklınızın alamayacağı kadar özgürüm:) Özgür...


Yarın 5.45 sularında otobüsümüze binip gidiyoruz Nysa diyarından. Sabah aydınlığında da Katowice hava alanından hareket eden uçağımızla Stockholm'e uçacağız. 10 günlük gezimizin ilk ayağı İsveç yani:) Ardından Macaristan'ın başkenti Budapeşte... Neden bilmem ama en çok gezinin bu kısmı heyecanlandırıyor beni:) Budapeşte'den sonra da kendimizi Viyana sokaklarına bırakacağız. Evet sanırım haklısınız, hayat bize güzel:):) Gezinin son durağı ise Prag... Şifanur'un deyimiyle şu gotik kent:):)
Heyecanla sevinç karışımı bir şeyler şu anda yaşadığım:) İnsanın, hayalleri teker teker gerçekleşirken karşıdan durup da izlemesi güzelmiş, inanılmaz bir tatmin duygusuymuş; öğrendim:)
Özgür kızdan sevgiler:):):) Görüşmek üzere:)

9 Ekim 2011 Pazar

KAZAMATY JAZZ CLUB RESTAURANT...

Yağmurlu bir güne açtık gözümüzü...:) Soğuk havalar geldi, çattı. Ama biz, Türk erasmusçuları hiçbir şey yıldıramaz! Orta kalınlıkta diye tabir edebileceğimiz kıyafetler giymiş Polonyalı insanların yanında, kartopu oynamaya gider gibi giyiniriz en fazla ne olacak:):) Yapılacak birşey yok, biz sıcakkanlı insanlarız;) Ama Muhammed'in de dediği gibi; "Onlar da insan ve eğer onların vücudu bu soğuğa alışıksa, biz de kendi vücudumuzu bu konuda terbiye edebiliriz":D:D
Evet Muhammed böyle dedi ve biz o gazla vurduk kendimizi Kazamaty yollarına:) Yemek yemek gibi kutsal bir amacımız vardı:) Kazamaty'ye daha önceden gitmişliğimiz oldu evet; dışarıda birşeyler içmekle yetinmiştik sadece. Meğerse içerisi ne hoşmuş, bayıldım!
Bir heves yemeklerimizi ısmarladık, beklemeye koyulduk. Polonya'daki yemeklerle aramızda büyük bir güven sorunu olduğu için(!) sadece tavuk ve balık çeşitlerini seçebildik:) "Olsun, alıştık artık" derken servis tabaklarımız güzel garsonumuz tarafından getirildi. Nasıl iştah açıcı olduklarını bir de kendi gözlerinizle görün, buyrun:)




Hepsi birbirinden lezzetliydi gerçekten. Hem gözlerimiz, hem de karnımız doydu bu porsiyonlarla:) Bense gözümü etraftaki dekor detaylarından ayıramama problemi yaşadım. Alın size sebebi...:)















İşin özü; güzel, derin sohbetimizle beraber Kazamaty'nin atmosferi büyük keyif yaşattı bana. Şu saatten sonra Kazamaty Nysa'da candır, sevilir, gidilir!:):)
Tekrar görüşmek üzere...:)

2 Ekim 2011 Pazar

"İYİ Kİ..." DEMEK İÇİN

Bir ay geldi, geçti... Zaman, her zamanki gibi "Ben avucundaki kum tanelerinden farksızım." dedi ve olaya son noktayı koydu. Ama bu sefer o kadar da acımasız değildi... Bana bu bir ay içerisinde bir şeyler katıp da gitti....

Erasmus... Daha dün gibi hatırladığım Eylül ayı başlarında, heyecan sebebim. Söylenildiği kadar varmış. Her geçen gün daha iyi anlıyorum ki; erasmus yaşanılası, tecrübe edilesi bir olaymış. Çevrendeki kalabalığa karşın kendini dinleyebileceğin, hayatının her olayını giriş - gelişme - sonuç şeklinde tartıp biçtiğin, kahkahayla gülerken bir anda akıl sağlığı yerinde olmayan insanlar gibi (!) gözyaşlarını tutamadığın, hayallerinin teker teker gerçekleşmesi üzerine kendini şaşkınlık ve mutluluğun zirvesinde hissettiğin anlarla bezeli, kısacası zıtlıklar içinde bir deneyim...

Hayatta "keşke..." demek ne kadar kolaysa; "iyi ki..." demek de o kadar zordur, bilirim. Şimdi benim "iyi ki..." hanemde bir madde daha olacak, onu da şimdiden hisseder gibiyim:) En azından bunu söyleyebilmek için geriye kalan 4 ay boyunca elimden geleni yapacağıma eminim. Bana bir şeyler getirsin ya da benden bir şeyler götürsün, erasmusa eyvallahım var her türlü:)

Değişmeliyim! Her şey daha da oturmalı kafamda. İnsanları tanımalıyım. Hayatta güvenilecek insanlar mevcut mudur (!) ölçüp biçmeliyim. Ya da kendi kendime sormalıyım; insanlara güvenmeye neden bu kadar açım diye... Başkalarının düşüncelerini dinleyip; doğruysa özümsemeli, yanlışsa saygı duyup geçmeliyim sadece... Hayallerin gerçekleştirilebilir yanlarının olduğunu görmeliyim kendi gözlerimle...

Böyle şeyler yapmalıyım işte....