1 Aralık 2011 Perşembe

MASAL ŞEHRİ VENEDİK...

Bir şehir ki; masallara konu olacak cinsten…

Yaklaşık 118 adacık üzerine kurulu, 170 kanal ve 400 köprüden oluşan Venedik…  Heyecanlı, şaşkın, meraklı bir ruh haliyle 1 Aralık akşamı ayak bastık bu güzeller güzeli şehre. Otobüsün bizi bıraktığı alandan “people mover” adı verilen araçla Venedik merkeze geldik. İtiraf edeyim, şapşal etti bu şehir beni=) Gerçekten de her taraf sularla kaplıymış dedim kendi kendime=) Sıra hostelimizi bulmaya geldi ki; daracık, labirent misali sokaklar, köprüler bu konuda bize pek yardımcı olunmayacağının sinyalini veriyordu.
Derkeeeeenn kurtarıcımız Marco, Yunus’un hayat ışığı ve yakışıklılığına dayanamayıp (!) bize yardım elini uzattı:p Hostelimizin kapısına kadar bıraktı bizi sağolsun=) Bu arada kurtarıcımızın isminin bir anlamı var. Onu da burada paylaşayım…

M.S. 811 yılında kurulan Venedik kentinin halkı, 823 yılında kemikleri İskenderiye’den getirilen San Marco  (St. Mark the Evangelist)’yu kanatlı aslan olarak tasvir ederek şehrin koruyucu azizi ilan etmiş.

Bizi hostelimize kadar bırakan Marcocuğumuzun adı da buradan gelmekte=) Hostelimiz demişken… “ O nasıl güzel bir hosteldi yahuu!” demekten kendimi alamıyorum. Güzeller güzeli pizzalarla karnımızı doyurduktan sonra kendimizi yataklara bir atışımız var; takdire şayan=)  Yastığa, yorgana benimmişçesine sarıldığım nadir hostellerden birindeydik yani. Çoğu hostelde yastığa kafamı koymadan, yorganın altına girmeden, öyle hava boşluğunda falan uyumak istiyorum da; o yüzden bu durum bana pek bir garip geldi=)







Ertesi gün erkenden uyanıp hostelde kahvaltımızı yaptık ve ne yazık ki çantalarla (!) Venedik sokaklarında gezmeye başladık. Önce Venedik’in en eski köprüsü  Rialto ve sonra büyük kanal… Rialto köprüsünün orjinali tamamen ahşaptan yapılmıştır, bu da size extra bir bilgi=)



Ve zamanında Venedik düklerinin ikametgahı, aynı zamanda yönetim merkezi olan Dükler Sarayı (Palazzo Ducale). Ardından Dükler Sarayı’nın Piazzeta “küçük meydan” ile bağlandığı dünyanın en ünlü meydanlarından olan San Marco. Tabii meydanın en görkemli yapısı San Marco Bazilikası’nı unutmamak gerek. 1204 yılında Haçlı orduları 90 yaşındaki dük Enrico Dandalo’nun liderliğinde Konstantinapolis’i yağmalayarak birçok hazine ele geçirmiş. Ve gördük ki ele geçirilen hazineler arasındaki dört adet bronz at heykeli San Marco Bazilikası’nı süslemekte şimdilerde.  Sansovino Kütüphanesi, Saat Kulesi, Hasret Köprüsü de güzel güzel seyredildikten ve fotoğraflandıktan sonra meydandaki rıhtıma gittik.






























Rıhtımdan büyük kanalı seyrederken karşı tarafta farkettiğimiz Santa Maria della Solute Kilisesi’ni fotoğraflamazsak eksik kalırız dedik ve orada da hummalı bir çalışma başlattık=)  Bu kilise, 1630’da binlerce kişinin ölümüne sebep olana veba salgınının sona ermesi üzerine yapılmış bu arada, bilginiz olsun;)







Bilginize sunmak istediğim bir ayrıntı daha var. Günün birinde yolunuz Venedik’e düşerse , ki inşallah bu şansı yakalarsınız, vitrinlerin rengarenk cam işçilikleriyle dolup taştığını farkedeceksiniz. Yani Murano Camları=) 


Murano, Venedik yakınlarında bir ada ve cam sanatıyla meşhur. 1200lerin sonunda cam sanatıyla uğraşan atölyelerin oluşturduğu yangın tehdidi sebebiyle Venedik’ten adaya taşınmış bu sanat.  Ama emin olun, gerçekten sanat!! Hiçbiri birbirinin aynısı olmayan binlerce desen ve renk… E tabi bu sanatı ticarete dökmek için yapılmış onlarca ürün… Küpeler, kolyeler, biblolar… ve benim en çok dikkatimi çeken kitap ayraçları=) Bu da kitap ayracı aldığım sevimli satıcımızla çekildiğimiz fotoğraf=)  “Dışarıda bir sürü yakışıklı genç varken neden benimle fotoğraf çektiriyorsunuz”  laflarına aldırmadan güzel yüzü hatırına bize kalan bir hatıra…=) 


İşte böyleeee…=) Gönül isterdi ki; bu masal şehirde bir süre daha kalalım. Deyim yerindeyse Venedik’in tadı damağımızda kaldı. Ama olsun. Gidip görmek bile yetti bana. Venedik diye bir yer varmış… Hem masalmış, hem gerçekmiş…=)=)

4 Kasım 2011 Cuma

PRAG DEYİNCE...

Bana 'Prag deyince aklına ne geliyor?' diye sorsalar;şu saatten sonra cevabım çok net olur: "Buram buram tarih ve romantizm kokan yer"...




Her insanın; her ülkeden, her şehirden algıladığı haz farklıdır. Herkes kendi beyninde, kendi kalbinde, kendi sözlüğünce yapar gezdiği şehrin tanımlamasını:) (Bunun erasmus grubunda yeterince örneklerini görebiliyoruz):) Ben de Prag'ı böyle kazıdım beynime, kalbime...:) Eski Kent Meydanı, Charles Köprüsü, Prag Kalesi, Saat Kulesi, sayısızca hediyelik eşya mağazası... Prag'ı tam biz turizm şehri olarak düşünmeme yetti de arttı bile. Bir de katıksız İngilizcesiyle bize eşlik eden tur rehberimiz Prag tarihinin içine içine çekince bizi; değmeyin benim keyfime...:)





Tarih önemli dedik ya, Komünizm Müzesi gezilmeden Prag'tan ayrılmak olmazdı elbette. Gelin sizinle de Komünizm Müzesi'yle birlikte Prag yakın tarihine bir göz atalım...
Müzenin yerini kime sorsanız söyler desem de inanmayın. Biz sorduk, çok da bilen çıkmadı enteresan bir şekilde:) Neyse ki keskin gözlerimizden kaçamadı o enteresan müze girişi. Müze girişi demeye bin şahit lazım mı; evet bence lazım:) Bir merdiven ve merdivenin sonunda bir sağı bir de solu işaret eden iki ok. Sağ oku takip ederseniz kumarhaneye, sol oku takip ederseniz de müzeye giriş yapabilirsiniz. Enteresan bir paradigma değil mi?:)
Müzeye girdiğimiz andan itibaren, her müze girişinde yaşadığım, burada da beni sarıp sarmalamasına şaşırmadığım öğrenme aşkı gelip buluyor beni. Aynen şimdi sizi bu yakın tarihin içine tutup çekişim gibi, o andan itibaren tarih oluyor önüm arkam sağım solum...
1. Dünya Savaşı sonrasında 1935 yılında devlet başkanlığı görevini eline alan Edvard Benes birçok sorunla karşı karşıya kaldı. Bunlardan en önemlisi; Almanya'da Nazizm hareketinin giderek artan bir hızla büyümesiydi. Adolf Hitler'in amacı Versay Antlaşması'nı ortadan kaldırmak ve diğer ülkelerde yaşayan Almanları tek bir çatı altında toplamaktı. Bu amaçla Çekoslavakya'daki Sudetenland'e de gözünü dikmiş bulunmaktaydı. Hitler'in bu isteği Batılı güçler tarafından 30 Eylül 1938'de yapılan Münih Antlaşması'yle kabul edildi. 2. Dünya Savaşı'nın hemen öncesindeyse Çekoslavakya'nın geri kalan topraklarının çoğu Naziler tarafından alındı. 2. Dünya Savaşı sonrasındaysa bu işgal durumundan kurtulmak için Sovyetler Birliği, Çekoslavakyalılar tarafından yeni ve ferah bir döneme sebep olacak kurtarıcı olarak düşünüldü. Ne yazık ki; Sovyetler Birliği'nin ve komünizmin sözde yardım elini uzatması, onlar için hiçbir zaman ferah bir dönemin başlangıcı olmadı.
"Boşuna yoldaşlar, iyi kalpli olabilirsiniz ama buraya işgalciler olarak geldiniz, bizim ülke toprağımızı kirlettiniz. Çocuklarımız sizden nefret ediyor ve edecekler de. Ve biz babalarsa, düşkün ve iktidarsız ama onurumuzu yitirmeden seyrediyoruz. Bu saldırıyı savuşturacağız, ihanetin ve alçaklığın bizi aşağılamasının üstesinden geleceğiz. Eğer kalplerimizden 'sevgi' ve 'barış' sözcüklerini söküp atmak zorunda kalıyorsak onun suçunu kendinizde arayın. Sizler haysiyetsiz işgalcilersiniz." 
diyen o dönem Çekoslavakya'sının resmi Komünist Partisi gazetesi Rudé právo ne de güzel anlatıyor hayal kırıklığını.
1948-53 yılları arasındaki baskı ve göstermelik mahkemeler zorunlu çalışma kamplarını kalabalıklaştırdı. En önemlisi Jachymoy uranyum madenleri olmak üzere 124 zorunlu çalışma kampı o dönem Çekoslavakya'sında bulunuyordu. 
Stalin'in 1953 yılında ölümüyle birlikte ülke ekonomisi ve komünist parti rejiminin gücü azaldı.  Dönemin karışıklıklarından faydalanan Komünist Parti Sekreteri Alexander Dubcek'i destekleyen Ludvig Svoboda devlet başkanlığı koltuğuna oturtuldu. Kendi deyişiyle 'insan yüzlü sosyalizm' isteyen Alexander Dubcek bir dizi reform yapacağına söz verdi ve Prag baharı başlamış oldu.  Yaptığı devrimlerle güven toplayan Dubcek Çekoslavakya'nın Varşova Paktı'ndan ayrılmayacağını, Sovyetler Birliği'yle işbirliğini bitirmeyeceklerini birkaç defa yineledi.
Ve 1968 yılında Sovyetler Birliği, Federal Almanya'nın Çekoslavakya'nın Sudetenland alanını işgal etmeyi amaçladığını kanıtlarla göstererek Kızıl Ordu'nun ülkeye girmek için izin istedi. 21 Ağustos 1968 yılında işgal başladı. İşgal sırasında ve sonrasında 300.000 Çekoslavakyalı ülke dışına kaçtı.
20 Kasım 1989'da yaklaşık yarım milyon kişi Prag'taki Wenceslas Meydanı'nda yarım milyon kişi toplanarak Komünist Partisi yönetimine son vermek istedi. Bundan sonra Wencesles Meydanı'nda ve Bratislava'da hemen her gün gösteriler yapıldı ve 28 Kasım'da Komünist Partisi yenildiğini sezdi. Partinin siyasi iktidar üzerindeki tek elini kaldırması üzerine 29 Aralık'ta özgür Çekoslavakya'nın ilk devlet başkanı seçildi.
İşte size Prag'ın komünizm rejimiyle iç içe geçmiş tarihi ve de Komünizm Müzesi'nden birkaç kare...












2 Kasım 2011 Çarşamba

VİYANA...

Bratislava'dan sevgiler...:)
Prag'a doğru hareket edecek olan otobüsümüzü beklerken birkaç satır yazayım dedim. Nasılsa zamanımız bol. Otobüsümüzün kalkış saati 12:00. Uykusuz, üşümüş, aç bilaç bir halde Viyana'dan çıktık ve geldik Bratislava'ya.
Peki Viyana'da neler yaptık? Saralım filmi başa...
Budapeşte'den sabah 9:30'da hareket eden otobüsümüzle Viyana'ya doğru hareket ettik. Otobüsten inince bir de ne görelim... Sanki portatif bir İstanbul'u çantamıza atmış da getirmişiz taa Avusturyalara:) Elini, kolunu sallasan çatır çatır Türk'e çarpıyorsun:) Etrafında yabancı dil konuşan olunca şaşırıp kalıyorsun yani o derece:p Tamam burada biraz mübalağa yaptım kabul ediyorum:):)
Sonuç olarak Viyana'da durum bundan ibaretti. Sağa sola sorup "at the very very right" taki hostelimizi de bulduk:):) On numara beş yıldız hostelimiz:D Temizliği, yatakların rahatlığı, banyosu, imkanları...kısacası her şeyiyle mest etti bizi Wombat's City Hostel. Hostelin güzelliği karşısında sevinç çığlıkları ata ata; üzerimizde ikinci bir yer çekimi kuvveti oluşturan sırt çantalarımızı fırlatıp attık. Elbette ki karnımız açtı:) Vurduk kendimiz caddeye. Hiç yorulmadan bulduk bir Türk lokantası. Biz dışarıda "girsek mi, girmesek mi..." diye kafa yorarken; "Ana!" dedim. Benim tonton, canımdan çok sevdiğim amcacığımın dünyadaki ikizini buldum:):) Gözler hafif doldu bende tabii. Sanki amcam yanıbaşımdaymış da; aynı zamanda çok da uzakmış gibi:s Ben  böyle damara bağlanmışken arkadaşlar yemeklere odaklanmıştı bile:) Amcamın ikizinin adı: Ali:) Sağolsun bize eşi ve çocuğuyla birlikte hizmette hiç kusur etmedi. Sanki o anda lokantalarında değil de; kendi evlerindeymişiz gibi hissettirdiler. Sıcacık, buharı üstünde tüten ekmekler; şu an yazarken bile ağzımdaki tükürük bezlerini harekete geçiren sulu sulu üzümler... He unutmadan bir de; her Türk vatandaşının, doğal olarak Ali Abi'nin de asli görevi sayılan, genç insanlara öğütler... "Gezin ama derslerinizi de ihmal etmeyin.":) İşte Ali Abimiz ve biz...


Karnımız tok, sırtımız pek olunca Viyana sokaklarında turlamaya başladık. Halloween nedeniyle hayaletler, cadılar ve bunun gibi birçok garip canlıyla aynı yollarda yürüdük, aynı metroya bindik, aynı havayı soluduk:):) Bu şekilde Prater Eğlence Parkı'na ulaştık. Öyle güzel eğlence aletleri vardı ki; sevinçten çıldırdım:) Sonunda Viyana'yı tepeden görmemize sebep olacak birinde karar kıldım, daha doğrusu kıldık:):)


O kadar yükseğe çıktık ki soğuktan nefesimiz kesildi:) Nefesimizin kesilmesinde tabi ki Viyana'nın yukarıdan ışıl ışıl görünüşü de etkiliydi:) Mükemmeldi...
Ertesi sabah hostelimizin enfes(!) kahvaltısıyla kendimize geldik. Yan masamızda bilin bakalım kimler vardı. Tabi ki Türkler:):) Hiç şaşırmadan biz kahvaltıya devam ettik. Sonra Furkan ve ben, yani iki Osmanlı aşığı bizim gruptan ayrıldık. Amacımız Osmanlı Sadrazamı Kara Mustafa Paşa'nın 2. Viyana Kuşatması esnasında ordusuyla birlikte konakladığı alanı Leopolsdberg'i görmekti. Burada ufak bir parantez açarak belirtmek isterim ki; Viyana'da yenilgiye uğramasına rağmen Merzifonlu Kara Mustafa Paşa başarılı bir komutandır. Çoğu insan böyle düşünmez, doğru. Ama Mustafa Kemal Atatürk'ün bu konudaki görüşünü bildiren anekdot benim düşüncelerimi en doğru şekilde yansıtan cinsten:
Yıl 1933, Mustafa Kemal Atatürk, Ankara Konservatuvarını gezmektedir. Bir sınıfa girer, ders tarihtir, konu da Merzifonlu Kara Mustafa Paşanın 2. Viyana Kuşatmasında aldığı yenilgidir. Öğretmen Merzifonlu ile ilgili olumsuz sözler kullanmaktadır. Paşanın bozguna uğradığından ve Osmanlıların bundan sonra gerilemeye, toprak yitirmeye başladığından söz etmektedir. Mustafa Kemal, öğretmenin bu sözlerine sinirlenerek: “- Öğretmen Bey, Öğretmen Bey! 173.000 kişilik bir orduyu İstanbul’dan alıp Avrupa’nın göbeği olan Viyana önlerine götürmek her komutanın yapabileceği bir iş değildir. Bu büyük tarih olayını, o büyük adam gerçekleştirmiştir. Viyana’yı Padişah, Kanuni Sultan Süleyman kuşatabilmiştir. Merzifonlu onun derecesinde büyük bir adamdır. Siz nasıl olur da böyle bir başkomutanı kötülersiniz? Gençler! Merzifonlu değerli bir komutandır. Bunu böyle biliniz. Bu şekilde yenilenler, yenik sayılmazlar.” demiştir.
Leopoldsberg'e giderken ulaşım araçlarının dibine dibine vurduk:) Halloween olduğu için ulaşım araçları bedavaydı. Ulaşım demişken; Viyana Hükümeti ve halkı arasında öyle mükemmel bir güven durumu söz konusu ki; otobüs ve metro girişlerinde bilet kontrolü yapılmıyor. Günlük gazeteler yollarda çanta çanta asılmış ve isteyen parasını koyup gazetesini alıyor. Ne yalan söyleyeyim; bunları görünce özendim. Neden diye sordum kendi kendime. Ne farkımız var? Osmanlı'nın kalıntılarını görmeye giderken bunları düşündüm. Halktan birinin bahçesinden bir salkım üzüm alıp hak geçmesin diye bahçeye keseyle altın bırakan padişaha, komşusu açken tok yatmak olmaz zihniyetiyle, dükkanına gelen müşteriyi henüz siftah yapmamış komşu dükkana gönderen zihniyete ne oldu dedim sonra. Hak hukuk meselesi deyince akan sular dururdu hani? Hani Allah korkusu olan, hakka girmemek için mayın tarlasındaymış misali ilerlerdi hayatı boyunca? Öyle işte... Düşündüm. Ne değişti bizde millet olarak dedim. Bunları düşünürken de öyle enfes yollardan geçtim ki... Yaşlanmış, can yitirmiş sarı yaprakların düşüşünü, rüzgarda savruluşunu izledim yol boyunca. Ama ne yazık ki amacımıza ulaşana kadar ilerleyemedik.:( Havanın sisli ve buz gibi oluşu, otobüsün bizi almadan yanımızdan transit geçişi, karşılaştığımız Türk(!) otobüs şoförünün " Geri dönün " tavsiyesi üzerine boynumuz bükük geri döndük:( Grubun geri kalanına katılıp Viyana'yı gezmeye devam ettik.






Kızlarla yemekten sonra Apfel Struddel tatlısını denedik. Girdiğimiz tatlıcının adı yanda da görüldüğü gibi " Zanoni & Zanoni " idi. Apfel Struddel in tadına ne çok bayıldık, ne de nefret ettik diyeyim; siz anlayın:) Elbette farklı bir tat olarak denemenizi tavsiye ederim:)

Gelelim Viyana'nın mimari yapılarına. Gece boyunca heybetli, ışıl ışıl, tarihi binaları gezip durduk. Şaşırdık, hayran kaldık... Viyana'ya tam puan verdik:):)











Birazdan da Prag'a hareket edeceğiz. Bekleyelim ve görelim bakalım Prag bizim gibi sevimli misafirlerini nasıl ağırlayacak:) Görüşmek üzere...

31 Ekim 2011 Pazartesi

BUDAPEŞTE...

Budapeşte'deki Astoria Hostel'in bir odasından düşülüyor bu notlar. Sekiz kişilik odamızda erasmus grubumuzla kardeş kardeş kalıyoruz:) Hayatımda çok fazla hostelde kaldığım söylenemez şimdiye kadar, evet. Ama şimdiye kadarki hostellerin içinde en sevimlisi bu desem ne sizi kandırmış olurum, ne de kendimi. Odalar, odamızın çıkışındaki lobimiz, hostelin girişi... sade desem sade değil; şatafatlı desem alakası yok. Farklı desenler, farklı renkler, cafcaflı kumaşlar, gül kurusunun açık tonunda duvarlar öyle birbiriyle alakasız ama aynı zamanda da öyle birbiriyle uyumlu ki... Belki diğer arkadaşlarım için aynı şeyi söyleyemem ama hostele girdiğimiz an bu manzarayla karşılaşınca ister istemez bir gülümseme gelip yerleşti yüzüme, aynen şuradaki gibi:D
Ama sonra farkettim ki bir eksiği mevcut sevimli hostelimizin:( Yataklarımızı görünce; "Çarşaflar daha temiz olsaydı iyiydi." demekten kendimi alamadım ne yalan söyleyeyim. Ama olsun, idare ediyoruz işte.










Hadi şimdi gelelim Budapeşte'ye...Ben gezinin bu ayağını iple çekerken uçaktan indikten sonra bindiğimiz takside ilk şoku yaşadım. Tarkan'ın şarkısının radyoda çıkması elbette bizim için güzel bir sürprizdi ama taksi şoförünün kırık İngilizcesiyle anlaşma çabalarımız, Budapeşte'nin gözümüze kirli görünen sokakları beklentilerimi suya düşürdü. Bir de üstüne üstlük taksi şoförü bizi yanlış yerde bırakıp kaybolmamıza sebep olmasın mı... "Haydaaa" dedim, "Dakika bir, gol bir." Neyse ki yılmaz ruhlarımızla bir süre sonra hostel odamıza attık kendimizi. Gülle kılıklı çantaları sırtımızdan fırlattığımız gibi gecenin 2'sinde karnımızı doyurmak için bir Türk lokantasına gittik. Kars'lı abimiz mercimek çorbam var deyince sevincim tavan yaptı ama ne yazık ki tadı beni mutluluktan uçurmadı. "Neyse" dedik ve hostelimize gidip güzel bir uyku çektik. Pardon çektiM. Her arkadaşım için bunu iddia edemeyeceğim çünkü:)
Sabah erkenden uyku mahmuru düştük yollara. Önce Kahramanlar Meydanı Hösök Tere ve arka tarafında yer alan Varosliget (Kent Korusu)  görüldü. Ama çok fazla gezemeden biten enerjilerimizi fullemek için Buda tarafında bir krepçi dükkanına doğru yol aldık.







Tatlı ve tuzlu olarak yaklaşık 350 krep çeşidi mevcuttu, çıldırdık:):) Ama tavsiye üzerine; tuzlu olarak kaşarlı-mantarlı, tatlı olarak da kirazlı-çokokremli yedik. Bana sorarsanız lezzetleri gerçekten iyiydi;)
Daha sonra yolcu yolunda gerek dedik ve Mathias Kilisesi ve Parlamento Binası'nı gördük. E Stockholm'de aç gezdiğimizi, Budapeşte'de de yemek konusunda imkanımızın bol olduğunu bildikten sonra aldık başımızı gittik yeni bir Türk lokantasına. Özellikle karnımız değil dikkatinizi çekiyorum; "gözümüz" doyana kadar yedik:):) Karnımız da gözümüz de doymuş, tam rahata takmış Budapeşte sokaklarını gece manzarasıyla birlikte içimize çekerken grup üyelerimizden Furkan'a Merzifon dolaylarından bir telefon geldi:) Öncelikle burada bir parantez açarak belirtmeliyim ki; Budapeşte'de Merzifonlu Gül Baba adlı bir dervişin türbesi bulunmakta. Türbe Gültepe (Rózsadomb) denilen yüksekçe bir yerde, biraz uzak olduğu için; biz istemeyek de olsa gezi planından çıkardık Gül Baba Türbesi'ni:( Şimdi gelelim mühim telefona:)
Merzifon'dan gelen telefonla, ne olursa olsun Gül Baba Türbesi'ne gidilmesi görev kılındı Furkan'a:) Saat akşam 9:30 suları. "Yalnız gidemezsin, hem demek bizim de göreceğimiz varmış" dedik; Alper, Muhammed ve ben de takıldık Furkan'ın peşine. Buda tarafına Chain Bridge'den geçerek bir günde ikinci kez giriş yaptık. Atladık bir taksiye. Adam o saatteki isteğimiz karşısında şaşkınlıkla karışık bir kabullenişle götürdü bizi türbeye. Dualarımızı ettik, fotoğraflarımızı çekildik. Görevimizi başarıyla yerine getirdik:) Demek Budapeşte'ye gelip Gül Baba Türbesi'nde bir fatiha okumak kısmetimizde varmış dedik:):) He tabi bir de Budapeşte'nin geceyle dansını içimize sindire sindire izlemek... Bence tek kelimeyle muhteşemdi. Gün ışığında sade güzelliğiyle göz dolduran Budapeşte, geceyle birlikte sanki başka bir şehir oluyor. Ve inanın bu farkı açıklayabilmek için kullanabileceğim tek tamlama: "Nefes kesici!".


Neyse... Ben bu satırları yazarken çoğu yorgun savaşçı uykuya teslim olmuş durumda:) Bir de hala ayakta olan bir savaşçımız var; o da havlusunu kurutmak için küçücük elektrikli sobanın önünde dört dönen Furkan:):) Yarın sabah 9:00'da Viyana'ya otobüsümüz var. Ben de şimdi uyuyan yorgun savaşçılara katılayım ve bakayım yarın Viyana'da bizi neler bekliyor:) Tekrar görüşmek üzere...

28 Ekim 2011 Cuma

STOCKHOLM STANDS ON BEING MY FAVORITE PLACE IN THE WORLD...

Stockholm ayaklarımın altında desem?...:) Kaknästornet Tv Kulesi'ndeyiz. Yanımda Furkan, Muhammed ve Yunus var. Onlar geri dönüş paralarını ayarlayadursun, ben de fırsattan istifade birşeyler yazayım dedim.


Sanırım İstanbul'dan sonra bir şehre daha aşık oldum... Sistemine, düzenine, yaşam kalitesinin yüksekliğine, Baltık Denizi'yle bütünleşen adacıklarına... hayran kaldım. Stockholm benden çoooooooookkkk uzaklarda, "Tam yaşanılası bir şehrim ben!" diye bas bas bağırıyormuş da bunu duymak bana ancak nasip olacakmış.
Her gün daha iyi anlıyorum ki; hayatta görülecek, yaşanacak, sevilecek, aşık olunacak daha çok şey var. Görmesini bilene tabi...
Güzelsin Stockholm... Çok güzelsin. Umarım hayat yollarımızı bir kez daha kesiştirir. Bekle beni...:)

26 Ekim 2011 Çarşamba

İNSANOĞLU KUŞ MİSALİ CANIIMMM:)

Evet, şu anda yurt odamda yatağıma oturmuş bu satırları yazıyor olabilirim. Ama yarın şu saatlerde nerede olacağım kim bilir:) Aslında gezi planımıza bakıp yüksek ihtimalle nerede olacağımı öğrenebilirim :p Yine de özgürlüğün ağzımda, yüreğimde, fikrimde bıraktığı tat o kadar karşı konulması güç ki... Böylesi daha iyi:)
Başını alıp gitmek ne de zevkliymiş... İçin için bu istekle yanıp tutuşurken yıllarca bir şeyler için koşturmak beni ne kadar da yormuş meğer. Şimdi aklınızın alamayacağı kadar özgürüm:) Özgür...


Yarın 5.45 sularında otobüsümüze binip gidiyoruz Nysa diyarından. Sabah aydınlığında da Katowice hava alanından hareket eden uçağımızla Stockholm'e uçacağız. 10 günlük gezimizin ilk ayağı İsveç yani:) Ardından Macaristan'ın başkenti Budapeşte... Neden bilmem ama en çok gezinin bu kısmı heyecanlandırıyor beni:) Budapeşte'den sonra da kendimizi Viyana sokaklarına bırakacağız. Evet sanırım haklısınız, hayat bize güzel:):) Gezinin son durağı ise Prag... Şifanur'un deyimiyle şu gotik kent:):)
Heyecanla sevinç karışımı bir şeyler şu anda yaşadığım:) İnsanın, hayalleri teker teker gerçekleşirken karşıdan durup da izlemesi güzelmiş, inanılmaz bir tatmin duygusuymuş; öğrendim:)
Özgür kızdan sevgiler:):):) Görüşmek üzere:)

9 Ekim 2011 Pazar

KAZAMATY JAZZ CLUB RESTAURANT...

Yağmurlu bir güne açtık gözümüzü...:) Soğuk havalar geldi, çattı. Ama biz, Türk erasmusçuları hiçbir şey yıldıramaz! Orta kalınlıkta diye tabir edebileceğimiz kıyafetler giymiş Polonyalı insanların yanında, kartopu oynamaya gider gibi giyiniriz en fazla ne olacak:):) Yapılacak birşey yok, biz sıcakkanlı insanlarız;) Ama Muhammed'in de dediği gibi; "Onlar da insan ve eğer onların vücudu bu soğuğa alışıksa, biz de kendi vücudumuzu bu konuda terbiye edebiliriz":D:D
Evet Muhammed böyle dedi ve biz o gazla vurduk kendimizi Kazamaty yollarına:) Yemek yemek gibi kutsal bir amacımız vardı:) Kazamaty'ye daha önceden gitmişliğimiz oldu evet; dışarıda birşeyler içmekle yetinmiştik sadece. Meğerse içerisi ne hoşmuş, bayıldım!
Bir heves yemeklerimizi ısmarladık, beklemeye koyulduk. Polonya'daki yemeklerle aramızda büyük bir güven sorunu olduğu için(!) sadece tavuk ve balık çeşitlerini seçebildik:) "Olsun, alıştık artık" derken servis tabaklarımız güzel garsonumuz tarafından getirildi. Nasıl iştah açıcı olduklarını bir de kendi gözlerinizle görün, buyrun:)




Hepsi birbirinden lezzetliydi gerçekten. Hem gözlerimiz, hem de karnımız doydu bu porsiyonlarla:) Bense gözümü etraftaki dekor detaylarından ayıramama problemi yaşadım. Alın size sebebi...:)















İşin özü; güzel, derin sohbetimizle beraber Kazamaty'nin atmosferi büyük keyif yaşattı bana. Şu saatten sonra Kazamaty Nysa'da candır, sevilir, gidilir!:):)
Tekrar görüşmek üzere...:)