30 Ekim 2012 Salı

TÜKETİLİYORUZ

Sözüm ona modern toplumun (!) bizi içten içe tükettiğinin farkında mısınız? O nasıl bizi tüketiyorsa bize de tüketmeyi, tükettikçe daha çok istemeyi, hırslı olmayı güzel bir karakter özelliği olarak sunuyor. Her zaman yüksek standartlarda yaşamayı alternatifi mümkün olmayan bir şekilde, gereklilikmişcesine bize dikte ediyor.

Bakın 60'lı yıllarda Amerika'nın Pennsylvania eyaletinde bir kasabada kalp, mide ve bağırsak hastalıkları Amerika genelinden daha düşük çıkıyor. Bunun üzerine en ince ayrıntısına kadar karşılaştırmalar, araştırmalar yapılıyor. Görülüyor ki; burada yaşayan  İtalya'dan göç etmiş Katolik halk Amerika'nın hızlı, tüketici hayatından uzak nefes alıyor. 20 sene sonra aynı kasabada tekrar araştırma yapılıyor. Yılların etkisiyle hızlı yaşantı ve lüks yaşam burada da etkisini göstermiş bulunuyor tabii. Ve bilin bakalım hastalıkların oranı ne hale geliyor?... Cevap veriyorum; Amerika'nın genel hastalık oranıyla eşitleniyor.



İşte böyle... Tabiri caizse; ava giderken avlanıyoruz. Tüketim toplumu bizi yavaş yavaş tüketiyor. Hırslandıkça güçlenmiyoruz, içten içe zayıf düşüyoruz.

Gelin bir de Prof. Dr. Nevzat TARHAN "Mesnevi Terapi" adlı kitabında hırs konusunda neler söylüyor bakalım.

"... Bir de doğanın hız ve ritmi var. Mesela dağa çıkacaksan belli bir hızla tırmanman lazımdır. Merdivenlerden çıkacaksan belli bir hızla ilerlemen gerekir. Yoksa ya düşersin ya da nefesin kesilir. Bazı kişiler birşeye odaklanıp onu çok isteyerek bütün enerjilerini tüketiyor ve kaybediyorlar. Çünkü bu doğanın hız ve ritmine uymuyor. Aslında hırs doğanın hız ve ritmine uymadığından, kişinin zaman, kriz yönetimine uyması gerektiğini vurguluyor. Başkalarının paranoya yapmasına sebep olmanın dışında kendi enerjisini de plansız bir şekilde harcamasına sebep oluyor."
 Bir de Mevlana'ya kulak verin:

"Ey oğul! Hırslı olanlar mahrum kalırlar. Hırslı insanlar gibi hızlı hızlı koşma; yavaş yürü!"

Yavaş yürüyün;) Siz de yeni bir hayat kurun kendinize. Örnekteki İtalyan Katolikler gibi hırstan, modernizmin yıpratıcı getirilerinden, bedensel ve ruhsal hastalıklardan uzak olsun. Tüm mutluluklar sizi bulsun;)

Saygılar:)


27 Ekim 2012 Cumartesi

TİTANİK BATSA DA; BATMAZ RUBAİYAT BİLİNCİ...

Canların canı dost, gel etme, dinle beni.
Küsme feleğe değmez, yeme kendini;
Çekil, otur gürültüsüz bir köşeye,
Seyret bu hengamede olan biteni.
Ömer Hayyam...

Hakkında okumaktan, izlemekten, araştırmaktan keyif aldığım şüphesiz büyük insan.

Elimde bir zaman makinesi olsa gitmek istediğim binlerce(!) zaman diliminden biridir Ömer Hayyam'ın yaşadığı tarih. Öğrenmek isterdim Hasan Sabbah'ı, Nizamülmülk'ü, Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah'ı ve Ömer Hayyam'la aralarındaki gerçek ilişkiyi. Titanik'le beraber sulara gömülen Rubaiyat'ı nasıl yazdığını... Edindiğim bilgilerin ne kadarının deli saçması, ne kadarının gerçek olduğunu bilmek isterdim... 

İnsan çeker çeker de sonra hür olur;
İnci sedef zindanlarda yuğrulur.
Paran pulun yoksa bugün, sağlık olsun:
Bugün boş duran kadeh yarın doludur.
Şimdilik tek emin olduğum şey, yukarıda da görüldüğü gibi Ömer Hayyam'ın tadından yenmeyecek rubaileri...

Bunun dışında mantık, felsefe, matematik ve astronomi gibi konularda bir dahi olan Ömer Hayyam hakkında bildiklerim kitaplarla, filmlerle, kendi araştırmalarımla sınırlanmış durumda... Aralarından seçtiklerimi sizinle paylaşmak isterim.






Mesela bu film... Ömer Hayyam'ın yaşantısını kimi zaman sanatsal bir bakış açısıyla gerçekten uzaklaşarak yansıtmış olsa da Ömer Hayyam sevenlerin izlemesini tavsiye edebilirim. Filmin daha farklı olmasını isterdim ne yalan söyleyeyim; ama ABD yapımı olduğu için 'Buna da şükür' deyip geçtim:)













Ömer Hayyam'la ilgili kitap deyince de Semerkant'ı tek geçerim! Amin Maalouf'a her halukârda kefil olurum zaten. Bir de konu Ömer Hayyam olunca kitabı bir nefeste okuyacağınıza inanıyorum.


Ve yazımı şu sözlerle noktalıyorum. "Bir gün hayatın bitecek ve geriye hayatını en dolu yaşadığın anlar kalacak. Eğer şanslıysan; işte bu anlar, dokunduğun insanların hayatında iz bırakır."

Saygılar:)
















23 Ekim 2012 Salı

NANKÖRDÜ.

... Zaten bu onun alışkanlığıydı. Bütün (sözde!) sevdiği o insanları tek bir kalemde silebilirdi. Sevmediğinden değil. Sadece fazla umursamazdı. Gözü kapalı yaşardı. Kimleri feda etmedi ki bu yüzden. Zaten farkında bile değildi. Bütün anıları yıkardı. Üstüne bir de ben neden yalnızım derdi. Nedeni belli; kördü. Ne var ne yok yıkardı. Nankördü. Hiç birşey yokmuş gibi davranırdı. İki yüzlüydü; kendine söylerdi bütün yalanlarını. Kendini inandırırdı ...
Bir arkadaşım sayesinde okuma fırsatı bulduğum bu satırlar içimi burktu, yalan değil. Düşündüm. İsmine arkadaş(!) dediğim ve üstteki paragrafta kişiliklerinin kısaca özetlendiği ne çok insan varmış etrafımda, üzüldüm.

Ardından kaldırdım başımı dimdik. Bunların hepsi hazım meselesi dedim. "İnsan" olmak zor dedim.

Çok zor...



21 Ekim 2012 Pazar

SOPHIE'NİN SEÇİMİ

Yapım: 1982-ABD, İngiltere


























Tür:      Dram-Romantik



Yönetmen:  Alan J. Pakula






Oyuncular:  Meryl Streep, Kevin Kline, Peter MacNicol, Robin Bartlett, Greta Turken, Marcell Rosenblatt, Moishe Rosenfeld, Stephen D. Newman, Eugene Lipinski, Josh Mostel, Rita Karin
 
 
 





19 Ekim 2012 Cuma

AVRUPA KITASI NEDEN KUZEYDE?

Hiç düşündünüz mü dünya haritasında Avrupa Kıtası neden kuzeyde, yukarıdadır? Ben bugüne kadar düşünmemiştim:) Sonuçta uzaydan bakıldığında dünyanın aşağısı-yukarısı yoktur değil mi? Coğrafya bilimi ve matematiğini  geliştiren Avrupalı bilim adamlarının bu işte parmağı olabilir mi?:) İhtimaldir ki; yeryüzünde bir yerküre yaptığında, kendi kıtalarını yukarıya koymak onlara iyi gelmiştir.







Üstün Dökmen Hoca öyle söylüyor:) Eğer coğrafyayı Aborijinler geliştirmiş olsaydı Avustralya bugün haritaların yukarısında bulunurdu diyor ve insanların ben-merkezciliğine en güzel örneklerden biri de budur diye ekliyor;)

Enteresan!:)



14 Ekim 2012 Pazar

İYİ GÜNDE KÖTÜ GÜNDE

Mutluluk, hüzün, başarı, dibe vurma, ağlama, ağlarken gülme krizlerine girme (bazen tam tersi de oldu)... Hepsini yaşadık hakkıyla... İyi ki dediklerim, hep sevdiklerimsiniz benim:)

Keşke hep mutluluklar bir araya getirse bizi, her günümüz böyle geçse... Keşke bugünkü gibi onlarca, yüzlerce davullu zurnalı günümüz olsa:D

Sevda'mızın yeni işi hayırlar getirsin ona; mutluluklar, başarılar gırla gitsin:):)




Bize hep mutluluk yakışır; ben bunu bilir, bunu söylerim:) Bugün farkettim; müzikle ahenkli bir şekilde omuzları ileri geri sallamak da fena durmuyor bizde:):)

Sözün özü; acı da olsa, tatlı da olsa nice günlerimiz olsun...  Sırt sırta verdiğimizde hayat daha kolay çünkü;)


8 Ekim 2012 Pazartesi

Micmacs à tire-larigot


Micmacs a Tire-Larigot
Yön.: Jean-Pierre Jeunet
Oyn.: Dany Boon, André Dussollier, Nicolas Marié, Dominique Pinon
Yapım: Fransa, 2009


"Bazil'in silahlardan yana hiç şansı olmadı. İlk silah patladığında yetim kaldı, ikincisinde ise kendisi ölümle burun buruna gelecekti. Bazil yetim bir evsizdir. Neyse ki yalnız değildir. Birbirinden farklı ve uyumsuz arkadaşları onu yalnız bırakmamaktadır: Remington, Calculator, Buster, Slammer, Elastic Girl, Tiny Pete ve Mama Chow. Kendi hayal dünyasında yaşayan Bazil, günlerden bir gün silah tüccarları ile karşılaşır. Bambaşka bir hayat sürebilecekken, daha hayatının başında yalnız kalmasına sebep olan silah tüccarlarından intikam almasının vakti gelmiştir. "


Hayatımda izlediğim en güzel filmlerden biri diyebilirim. Özellikle sonuna bayıldım!:)

7 Ekim 2012 Pazar

HÜZÜN HASTALIĞI

"Hüznün tıbbın hükümranlık alanına sokulması, özellikle depresan ilaçlar geliştirildikten sonra yaygın olarak karşılaştığımız bir durum. Psikiyatri bilimi adeta hayattan tüm ızdırabı, hüznü, kederi kovmak istermişcesine duygu dünyamızı ince dilimlere ayırarak onları hastalık hanesine yazıyor. Bir bakıyorsunuz, klinik depresyon düzeyine erişmeyen mutsuzluk duyguları minör(küçük) depresyon vb. isimlerle etiketlendirilmiş.

Oysa hüzün insanın hayatının olmazsa olmaz bir parçası. Kadim dini geleneklerde hüzne olumlu bir anlam atfedilmesi, onun insanı zenginleştiren bir tecrübe olarak sayılması, modern zamanlarla birlikte terk ediliyor. Modern zamanlar hayatımızdan hüznü, acıyı ve ağrıyı uzaklaştırmak istiyor. Tabii ölümü de." diyor ve devam ediyor Kemal SAYAR...

"Dergilerde ve gazetelerde Prozac-mania olarak sunulan bir toplumsal çılgınlığı okuduk. Amerikan toplumu hep bir mutluluk hapının peşinde: Valium bir zamanların en çok tüketilen ilacıydı, bugünün mucize ilacı Prozac. Newsweek'te yas tepkisi nedeniyle kendisine Prozac verilen kişi aynen şöyle diyor: 'Tamam kendimi biraz daha iyi hissediyorum ama içimde koca bir boşluk, bir şeyin çözülmediği, tam hallolmadığı hissi kaldı.' Bu örnekte de görüldüğü gibi, artık insanın en doğal, en kendine özgü süreçlerine müdahale ediliyor. Bir kayıba verdiğimiz en doğal tepki olan yas bile istenmiyor artık. Çünkü 'verem olmak üretimi düşürür.' Çünkü ilaçlara yeni kullanım alanları açılmalıdır....

... Kişi kendi çevresi içinde yaşamın anlamı/değeri gibi konular etrafında yaşantısını yeniden kurabilir, farklı bir açıklama sistemi bulabilirdi. Bunun yerine bir antidepresan önerilir kişiye. Hani eskilerin bir sözü vardı: Ya tahammül, ya sefer. Artık ne tahammül, ne sefer. Sadece Prozac!"



İşte böyle bir kitap "Hüzün Hastalığı"... Henüz kitabın yarısına geldim ama sürekli "Aaa gerçekten de öyle." "Aaa ne kadar da doğru birşey söylemiş ya." diye diye çevirdim sayfaları. Tek kelimeyle değerli, iki kelimeyle çok değerli bir kitap daha:)

Mutluluğum, sevincim kadar hüznüm de benim. Bana göre yaşamak demek, acı tatlı her türlü duygumla hemhâl olmak demek...

Hem bırakın antidepresanları, reçeteleri falan... Size bir sır vereyim mi... Kaybedilen duygu: Tahammül.

3 Ekim 2012 Çarşamba

NEYMİŞ EFENDİM, DELİLER SALTANATIYMIŞ!

Bilmem ki bu yazıma nasıl başlasam?

Osmanlı sevgimden dem vursam öncelikle? Hatta şunun adına sadece "sevgi" demesem de hayranlığı, aşkı, müteşekkirliği de eklesem?

Ve ardından, Osmanlıyı kendine rakip gören bir anlayışın ürünü olarak Sultan Abdülhamid’e “Kızıl Sultan”, Vahdettin’e  “Hain Sultan” , Sultan İbrahim’e de “ Deli” damgası vurulmasını kaldıramadığımı; böyle yakıştırmalar üzerine 'kanın beyne sıçraması' deyimi nasıl gerçekleşiyor an be an yaşadığımı söylesem?

İçi zırvalıklarla dolu, hakikatlerden fersah fersah uzak, benim atalarıma utanmadan dil uzatan kitapları, filmleri yakmak istesem? Çok mu?...


Alın size bir zırvalık daha... Kimse alınmasın gücenmesin ama elime geçen bu kitap beni çıldırmaya yetti!

Sultan İbrahim hakkında yazılan çizilenler inanılır gibi değil. 

Aslında yazdıkça yazasım geliyor ama yazdıkça siliyorum şu anda... Gözünüzü açın ve birilerinin şuursuzca, şanlı tarihinizi kirletmelerine izin vermeyin diyorum sadece... Ve ekliyorum...

Sultan İbrahim, 4 Kasım 1615’te Sultan 1. Ahmed ve Kösem Mahpeyker Sultan’ın oğlu olarak dünyaya gelir. 25 yaşında 1640 yılında ağabeyi IV. Murad’ın vefatından sonra hanedanın tek erkek varisi olduğu için tahta oturur. Diğer Osmanlı şehzadeleri gibi iyi bir eğitim alamamıştır. Çünkü hayatının büyük bir bölümünü kendi dairesinde hapis hayatı sürerek geçirmiştir. Dört ağabeyi gözünün önünde idam edilir. 2. Osman ve 4. Murad zamanlarındaki acı olaylar onu derinden sarsar. Boğdurulan şehzadelerin çığlıklarıyla büyür. Bu yüzden sık sık sinir krizleri geçirir.
Sultan İbrahim; saray içi entrikalar, kardeş ve evlat ölümleri ile annesi Kösem Sultan’ın harisliği vücudunda bazı arızalara ve şiddetli bir migrene yol açar. Padişah olmayı aklından bile geçirmemişken kendisini Padişah koltuğunda bulur ve “Elhamdülillah, Ey Rabbim! Benim gibi zayıf bir kulunu bu makama layık gördün. Saltanat günlerimde milletimi hoş hal eyle ve birbirimizden hoşud eyle” diye dua eder.
Sultan İbrahim; saray içi entrikalardan, kardeş ve evlat ölümlerinden ve annesi Kösem Sultan’ın harisliğinden dolayı padişah olmak istememesine rağmen;
İlk olarak ağabeyi IV. Muradın çevresinde olan tüm dalkavukları saraydan uzaklaştırır.
Akdeniz tekrar Türk Donanması’nın hâkimiyetine geçer.
Azak kalesi, Ruslardan geri alınır.
1645 yılında Girit kuşatılır, Hanya kalesi fethedilir.
Osmanlı Donanması çektirilerden (Yelkenleri olmakla birlikte kürekle de yol alan eski zaman gemisi.) kalyonlara geçirilerek güçlendirilir.
Almanya sınırına kadar tüm orta Avrupa, Türk hâkimiyetine boyun eğer.
İsrafın önlenmesi için fermanlar çıkartılır.
Saltanatının ilk yıllarında devlet idaresini epeyce rayına koyar. Hazinenin gelir-gider dengesini muhafazaya çalışır; paranın değer ayarlamasını düzene sokar, devlete ciddiyet getirmeye çalışır ve ticareti geliştirir.
Valide Sultan kısmen devre dışı bırakılmış ve saraydan kovulmuş ise de, devlet işlerine kadınların müdahalesini önleyememiştir. Kendisinden başka Osmanlı hanedanına mensup erkek çocuk olmadığından Osmanlı soyunu devam ettirmek amacıyla annesinin de gayretleriyle kadınların avucuna itilir.
Balıklara inci ve mercan atmasıyla ilgili üç rivayet anlatılır.
 Birincisi Yeniçeri isyanlarını güç kullanmadan bastırabilmek için deliliğe vurdurup bilinçli olarak havuza saf altın Osmanlı paralarını atıyor ve yeniçeri ağası daha sonra gizlice bunları toplayıp, ocaktaki yeniçerilere dağıtıyordu.
İkinci rivayet ise Sultan Mustafa arkasındaki hizmetkârlara, halayıklara, cariyelere “sadaka” veriyordu. Kendisi dairesine çekilince, havuza attığı altınlarla kıymetli taşların, arkası sıra gelen dar gelirli hizmetkârlar tarafından toplanıp bölüşüleceğini çok iyi biliyordu.
Üçüncü rivayet ise, kargaşa içinde bulunan devleti yönetebilmek için deli numarası yaptığıdır.
IV. Murad’ın esir alıp bağışladığı Emir Mirgünoğlu’yu bölücü ve yıkıcı çalışmalar yapması üzerine idam ettirir. Ancak bu olaydan dolayı Sultan İbrahim düşman kazanır ve hakkında “Padişah delinin biri”, dedikodu ve iftiraları yayılmaya başlar.
Kösem Sultanın da teşvik ettiği söylenen ihtilal sonrası tahttan indirilerek boğdurulur, yerine yedi yaşındaki oğlu Avcı Mehmet getirilir.
Çoğu tarihçi Sultan İbrahim’i, “Osmanoğulları’nın en akıllısı” ilân ediyor. Deli olmadığı halde ölümü haklı gösterilmek için deli damgası vurulduğunu yazıyor.

İşte böyle sevgili okurlar... Herkes ağzından çıkan söze, kalemindeki mürekkebe dikkat etmeli kanımca... Benim değerlerime çirkince dil uzatanları ben de ifşa etmeden duramadım.

Kusurum varsa affola...